Ve işte yine Strasbourg’dayız…
Bilenlerden özür diliyoruz ama mail yazışmaları, telefon konuşmaları, özel sohbetlerimizden anladığımız üzere, bazı şeyleri yenileme zorunluluğunu duyuyoruz…
Brüksel’de değil, Strasbourg’dayız…
Brüksel’de olan Avrupa Birliği (AB)…
Strasbourg’da olan(lar), Avrupa Konseyi, dolayısıyla Avrupa Konseyi Parlamenter(ler) Asamblesi, Avrupa Parlamentosu ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)…
Aşağı yukarı üç ayda bir toplantılarına uzman-muhabir olarak davet edildiğimiz vesile de, Avrupa Konseyi’nin Parlamenter(ler) Asamblesi olağan toplantıları…
Parantez içerisinde (ler) diye yazmamızın nedeni, özgün adının tekil (Parliamentary-İngilizce- Assembly veya Assamblée parlamentaire-Fransızca) olması ama (318 asil, 318 yedek kişiden oluştuğu için) çoğul yazmanın daha doğru olacağını düşünmemizden kaynaklanıyor…
Bu kadar ukalalık da olsun artık…
20-24 Haziran 2016 tarihinde yapılacak dönemin üçüncü olağan toplantılarındayız…
Tabii Strasbourg’a gelince sadece Avrupa Konseyi değil, şehir, sokakları, kültürel hayatı ve Strasbourg’un gittikçe göze batan Türkiye harelerine de değineceğiz…
Ayağımızın tozuyla geldiğimizde, birkaç gün önce taslağı gün yüzüne çıkan Türkiye hakkındaki rapor için dananın kuyruğu koptu-kopacak, duygusunu hissetmedik değil…
Zira artık önü alınamaz şekilde, zehir zemberek bir rapor gümbür-gümbür geliyor…
Meseleyi kısaca anlayabilmek için, bazı şeyleri anlatmamız gerekiyor…
Avrupa Konseyi, 5 Mayıs 1949’da 10 ülke (Belçika, Birleşik Krallık, Danimarka, Fransa, Hollanda, İrlanda, İsveç, İtalya, Lüksemburg ve Norveç) tarafından, Strasbourg’da kurulmuş. Türkiye ise aynı yıl yani 9 Ağustos 1949’da, Yunanistan ile aynı gün, anlaşmayı imzalayarak kurucu üyeler arasında olmuşlar; bakın buraya dikkat edelim…
1949’da Avrupa Konseyi kuruluyor; Türkiye kurucuları arasında ve o zamanlar 12 olan üye sayısı bugün 47’e yükselmiş durumda…
1947’de, Avrupa Konseyi’ni kuran kurucu üyeler arasında olup (aynı zamanda) Avrupa Birliği’ne üye ol(a)mamış tek üye Türkiye Cumhuriyeti’dir… Nasıl?
Türkiye, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’ni daha 1954’te imzalamış olmasına rağmen,
ta 1987’de daha yeni Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkını ve 1989 yılında da AİHM yargısının, Türkiye mahkemelerinden daha üstün olduğunu kabul etmiş.
Bitmedi, Avrupa demokrasisi, insan hakları ve hukuki yapı anlayışı açısından amiyane tabirle yeterlilik sınavı verilen yer Avrupa Konseyi’dir.
Avrupa Konseyi’nin, yeterlilik sınavını geçebilmesi için monitoring (denetlemeye)’e tabi tuttuğu devletleri var; çok zayıf konumda olanlar. Yarı monitoring yani denetimeden çıkma adayı, ciddi çabalarının tespit edildiği ama tam geçer not alamayan zayıf devletler ve tabii aralarında çıta farkı olsa da, sınavı çoktan vermiş ve monitoring’e tabi olmayan ülkeler…
Türkiye, kurucu üye olmasına rağmen, 1996’dan beri (insan hakları-hukuki alt yapı-işkence- demokrasi-saydamlık vs konularında) yetersiz yani tam monitoring’e alınmış tek ülkeydi…
Ve 2004 yılında AK Parti hükümetinin o cicim aylarındaki rüzgârla başlattığı reformlar sayesinde tam monitoring’den yarı monitoring’e geçebilmişti nihayet…
Ama gelin görün ki… Tekrar, yeni baştan tam monitoring’e dönmesi söz konusu olabilir…
Çarşamba günü Türkiye’nin işte bu raporu görüşülecek; tabii taslakta yeni öneri, ekleme, bazı paragrafların çıkarılması gerçekleşecek ama ve lakin sonuçta bu rapor oylanacak…
İşte Avrupa Konseyi’nin evet kurucu üyeleri arasında ama tam 50 yıl sonra sahip olduğu konum, diğer hiçbir kurucu üyenin sahip olmadığı bir vahamette…
Türkiye ve Avrupa genel kurumları arasındaki ilişkiler, hakikaten çok ilginçtir…
Hani istemem cebime koy denilen bir hareket tarzı vardır, bilirsiniz…
Aslında ölesiye istediği bir şeyi, yiğitliğe yoğurt sürmemek için, istemiyor gibi yapmak…
Bir de bunun tersi var…
Çok istiyor gibi yapmak ama aslında gerçekleşmesinden ödü kopan bir halet-i ruhiye…
İşte, Türkiye’nin AB’ye üye olmak istemesi de tıpkı böyle bir şey…
AB üyesi bir ülke, kendi vatandaşlarına karşı, Ali kıran baş kesen gibi davranamaz… Kendi vatandaşlarına eziyet-işkence-gasp-tecavüz-katliam yapma özgürlüğü (halk benim değil mi, döverim de, söverim de, öperim de!) elinden alınmış olur çünkü…
Diğer yandan, aday ülkelere bile milyarlarca Euro hibeler, destekler akar -gelir…
Ve uluslar arası alanda AB’ye üye olmak arzusunda olmak saygınlık kazandırır…
Bir yandan ülkede istediği gibi at koşturma özgürlüğü (!) diğer yandan dış dünya imajı…
İşte sevgili ülkemiz Türkiye de sesli bir şekilde İSTERİM diye bağıran ama kazara cebine bir şey koymaya yeltendikleri zaman ise kısık sesle sakın! Asla cebime koyma deme mod’unda...
Bu bakımdan nasıl olsa AB üyesi (böyle bir derdi de asla) olmadığı için, onun verdiği her tür raporu amiyane tabirle çöp tenekesine atma özgürlüğünü kendine tanıyor… Tabi, o kadar basit değil ama velev ki öyle olsun… Peki, ya Avrupa Konseyi raporları?
Türkiye bir de, 16 Haziran 2015 tarihinden itibaren, Avrupa Konseyi bütçesine, en fazla katkı sağlayan (‘büyük ödeme yapan’ anlamında) üye yani Grand payeur oldu…
Sesli söylemese de üye olmadığım AB’ye zaman, enerji harcayacağıma; Avrupa Konseyi’ne parayı bastırırım, hakkımda çıkacak raporlara da (ister istemez), etkim olur anlayışıyla, yıllık katkısı, 13 milyon € iken 20 milyon artırarak, 33 milyon € katkı sunmaya başladı…
Böylece, Asamble’de 12 iken, 18 milletvekiliyle temsil ediliyor artık… Nasrettin Hoca’nın düdük parası gibi… O kadar da olsun, değil mi ya?
Tamam, soğuk savaş yıllarında, Anti Sovyet cephesinin nasıl ileri karakolu olmasıyla (!) insan hakları ve demokrasi şartlarından uzak kalmasına göz yumuluyordu ise; şimdi de batı ülkelerin yatırımları ve mültecilerin AB ülkelerine ulaşmaması için, onların önüne set çekme- bekçilik rolü oynaması sayesinde, Türkiye’nin üzerine pek gidilmedi bugüne dek…
Doğrudur ama nereye kadar bu devam edebilir?
Koca Rusya Federasyonu’nun önemine rağmen, Ukrayna’ya ilhakı yüzünden temsilcilerinin oylama hakkının askıya alındığını unutmayalım… Fazla şakaya gelmez bizden söylemesi… Sonra dememiştiniz olmasın…
Parlamenter(ler) Asamblesi’nin şimdiki başkanı, İspanya’dan Sayın Pedro Agramunt’un odasında aldık soluğumuzu… Yeni gelmiş, yerleşmemiş, diplomatik kisvemize bürünmeden...
Fark etmez dedi, gelin, birlikte hem kahvaltı yapalım, hem de söyleyeceklerim var…
Azeri, Ermeni, Türk, İspanyol, İtalyan, İsviçre, Sırp, Boşnak, Bulgar vd gazeteciler girdik hepimize tanıdık, mütevazı ama şık, ufacık odasına başkanın… Reddedecek halimiz yok!
Aldı sazı eline, sevgili Başkan, Pedro Agramunt:
Arkadaşlar, davetimi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim; (gerçi konusu hepimizin iştahını kaçıracak nitelikteydi), konumuz terörizm!
Evet, artık hayatımızın bir parçası olmuş durumda… İstanbul, Brüksel, Tunus, Paris ve daha geçen gün Orlando… (Dünya haritasında, terörizm eyleminin olmadığı 14 ülke kaldığı beyan edildi geçenlerde). Yakınlarını kaybedenlerin duyduğu acıyı tam duyabilmemiz, bence imkânsız diyor ve sürdürüyordu konuşmasını…
Özet olarak terörizme karşı önlem almamız tabii ki şart ama bu önlemler asla ve kat’a kişisel özgürlüklerimizin yok olmasına sebep olmamalı… Diğer yandan, kişisel ve toplumsal olarak terörizmden korunmalı ve ondan korkmamalı ama aynı zamanda da şu ya da bu kimliğe karşı genellemeci bir nefret duyguları beslememize neden olmamalı diyordu.
Pedro Agramunt’un Avrupa’da yayılması için lanse ettiği No hate, no fear yani Ne nefret ne korku hareketi, şimdiden söylüyoruz, yine fos çıkmaması için, ne suya ne sabuna dokunma tarzında olamaz… Zira ne suya-ne sabuna dokunursanız, kirli kalırsınız …
Temizlik için ise (eğer buna ‘kirlenmek’ denilebilirse), geçici olarak kirlenmeyi de bilmek gerekir… Sabun tek başına kir değil de nedir? Suyla karıştırmadığınız takdirde, vıcık-vıcık kirin dik alasıdır, ne tutabilirsiniz bir şeyi, ne de çalışabilirsiniz doğru dürüst sırf sabunlu elle… Ama suyla karıştırdığınız takdirde, pir u pak olur ve edersiniz de…
Talaş da öyle değil midir? Nedir o toz-kir, kırıntıları yayılan pis bir şey değil mi? Ama leke dolu, bir zemine, okkalı bir talaş döktüğünüzde, bakın bakalım, nasıl temizlenir orası?
Onun için, güvenlik önlemi alacağım diye, kişi ve toplum özgürlüklerinin canına okuyan idareler de bir güzel caydırıcı tedbirlerle kulağı çekilmeli, yoksa İspanya ve Türkiye’nin ne güzel başlattıkları ama bir süre sonra yine fos çıkan Medeniyetler Buluşması ve daha nice benzer göstermelik projelere döner…