Strasbourg’dan bildiriyor - Özel -
10-14 Ekim 2016 tarihleri arasında düzenlenen Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi toplantıları başladı… Ayağımızın tozuyla geldiğimiz Strasbourg ve Konsey binasında hani dakika bir, gol bir ama güzel bir olaya tanık olduk; sanki büyük bir insanlık trajedisini haber ve fotoğraflarıyla ölümsüzleştiren bir gazetecinin; bir gazetecilik ödülü alırken içinde bulunduğu ikircikli halet-i ruhiyeyi andıran, onun gibi bir güzellikteydi. (!)
Bu vesileyle, size bir merhaba demeden, Nadya Murad haberini yolladık…
Konuya daha ayrıntılarıyla temas edeceğiz…
Bu oturumların, kuşkusuz sadece Türkiye değil, tüm Avrupa’yı ilgilendiren en önemlisi; Türkiye’nin hukuksal sisteminin darbe deneyimi öncesi ve sonrasındaki durumunun ele alınması ve Türkiye’de hukuk devleti nasıl yeniden inşa edilebilir? temalı oturumdu...
Hemen söyleyelim, gelir gelmez kokladığımız (tiyatro değil, siyaset-diplomasi) kulislerden edindiğimiz bilgilere göre; bu Avrupa’nın dört tarafından gelen baskılar sonucu, artık önü alınamaz hale gelen durum itibariyle mecburen yapılmış bir toplantı… Bu oturumdan Türkiye’nin ciddi şekilde kulağı çekilmeyecek, ona son bir mühlet daha tanınmak isteniyor...
Zaten, Parlamenter Meclisi Başkanı, Sayın (İspanya) Pedro Agramunt’un sonbahar dönem toplantılarını açtığı konuşmasında, bunu belli ediyordu…
Kısaca aktarmak istesek…
Türkiye’de, halkın demokrasi inancı (!) sayesinde, bir darbe girişimi engellenmiş oldu.
Türkiye’nin mülteciler ve Suriye gibi bir ülkenin sınırdaşı olmak gibi, önemli sorunları var…
Devletlerarası işbirliği çok önemlidir… Avrupa ilkeleriyle sorunu olan bir üyemizi, uzlaşma ve ıslah etmek için her tür yolu sonuna kadar denemeden, hemen dışlayarak, yok sayarak bir şey kazanamayız, yoksa dışlamak en kolay şeydir…
İşbirliği zaten, sonuna kadar denemek, iknaya çalışmak, zaman tanımak demektir; bizim yapmaya çalıştığımız da budur. Tabii 47 üye arasında işbirliği demek asla ilkelerimizden taviz vermek değildir, bu da iyi anlaşılsın lütfen… Tüm ülkelerin toprak bütünlüğüne saygı duymak gerekiyor. Birilerinin bizim topraklarımızın bütünlüğüne saygı duymasını istiyorsak başkalarının toprak bütünlüğüne de bizim saygı duymamız gerekir…
Sınırlar tek taraflı ve / veya kaba kuvvetle değişemez ve değişmemelidir… Kendi yaşamsal ortak alanlarımızda, tartışabilmeliyiz, çok ama çok samimi olmalıyız. İlke ve kurallarımıza sıkı sıkıya bağlı olmalıyız… Çifte standarttan kesinlikle arınmalı, kararlı şekilde tepkimizi vermeliyiz… İnsan hakları açısından tüm ülkeler eşit olmalıdır; başka türlüsü olamaz…
Dünyanın giderek artan küreselleşme ortamında eşitsizlik çoğalmakta, yabancı düşmanlığı yükselmekte, kamuya olan güven sarsılmaktadır; tabii bu durumu, en iyi popülistler stismar etmektedir. Referandumlar da yetmez, mültecilerin sorunu, göç krizi bütünsel yaklaşımla, temel uluslararası taahhütlerle çözülebilir… Bakın Türkiye ve Avrupa kurumları arasında yapılan mülteci ve göçler konusunda bir anlaşma sağlandı. Türkiye-Avrupa arasında, ölüm vakaları büyük bir oranda ve yasa dışı göçmenler kıyaslanamayacak ölçüde azaldı…
Buna karşın, sınırlara kale duvarı gibi yani GİRMEK YASAKTIR mesajı veren davranışları, açık söyleyelim asla kabul edemeyiz, bu konuda esneklik de gösteremeyiz. Bu tür hareketler temel normlarımıza karşı bir yaklaşımdır… Unutmamak gerekiyor ki, Avrupa Konseyi’nin oluşturan 47 ülke olarak güçlüyüz. Ama bu güç birlikteliğimizden kaynaklanmakta… Asamblemizin Genel Sekreterliği’nden, Monitoring takip komisyonlarımızdan, bir takım somut tavsiyelerde bulunalım…
Evet, sevgili okurlar bunun Türkçesini, müsaade ederseniz, naçizane zihin imbiğimden damıtmaya çalışarak, arz edeyim; hemfikir olmayanlar çıkabileceği gibi, olanlar da çıkacaktır.
Türkiye gerek kendi, gerek Konsey kadrosundaki pratik kişilerin yardımıyla şunu gördü ve tatbik ediyor…
Avrupa Birliği’nin kararları (üye olan ülkeler için) bağlayıcıdır, ülkelerin öz yasalarından daha üstündür, dahası yaptırım gücü vardır…
Ama Türkiye ne AB’ye üyedir, ne de - aslında - egemenliklerini AB’ye bırakmaya hazırdır! Parlamentosundaki (TBMM) tüm ama tüm siyasi partilerin tabanları buna uygun değil! Kendi halkına Ali kıran baş kesen olmak, kendi çoğunluk dışındaki vatandaşlarına istediği gibi, davranmak; öz be öz işçi-köylü-emekçi-aydın-batı dünyasına yüzü dönük keyfince hoyratça davranmak varken öyle tepesinde Demokles kılıcını hissederek ve üstelik tüm bu hoyratça hareket etme hürriyetini (!) bizzat eliyle niye kısıtlasın ki?
Dolayısıyla, AB istediği kadar Türkiye’ye ihtar ve eleştirel kararlar alsın; Türkiye, üyesi olmadığı bir kurumun kararını yırtar (yırtabilir) ve atar (atabilir)…
Ama diğer yanda, Türkiye ne kadar da höt-zöt de dese; dünya camiasında, finans ve iktisadi çevrelere belirli bir intiba uyandırabilmesi için de asla ve kata, Avrupa’dan hepten dışlanmış bir ülke konumuna düşmek istemez…
İşte bunun için, hukuken hiçbir yaptırım gücü olmayan; ancak tavsiye-referans olabilecek kararlar alan, Avrupa Konseyi’ne ağırlık vermeye başladı. Bunun için Grand Payeur yani Büyük Ödeme Yapan ülke konumuna girmesi için kesenin ağzını açtı (yanılmıyorsam), 33 milyon € yüksek miktarda yıllık aidat ödüyor Türkiye… Yılda sadece 13 milyon € öderken, kendi kararıyla buna 20 milyon € daha ekleyerek, 33 milyon €’ya yükseltti… Anlayacağınız 47 üyenin bulunduğu Avrupa Konseyi’nde yüksek miktarda aidat ödeyen sadece İngiltere, Almanya, İtalya, Fransa, Rusya ile beş ülke varken, Türkiye de eklenerek altı ülke oldu…
Eh, artık gitgide üye ülkelerin aidat ödememek / az ödemek için türlü bahaneler aradıkları Avrupa Konseyi’nde Türkiye gibi büyük ödeme yapan bir altıncı ülkenin eklenmesi; tabii ki Konsey’e nefes aldırdı. Türkiye de kendince paramı basarım, bana karşı karar çıkmasını önlerim diyor… Avrupa Konseyi de şimdilik (Anadolu’nun kadim halklarının dediği gibi) yalandan deli olmuş, manastırın rahibi gibi, tavukları yanlışlıkla yiyor (gözüküyor).
Suriye savaşı henüz bitmemiş, ganimetler henüz paylaşılmamış; dolayısıyla (icat edilmiş) DAEŞ terörü de söndürülmemiş ve de mülteciler krizi hâlâ varken Türkiye’nin suyuna gitmek-mümkün mertebe tabii-zorunda Avrupa Konseyi…
Yukarıda görüldüğü üzere, Rusya da 47 ülke içinde Grand Payeur olan altı ülke arasında…
Böyle olmasına rağmen, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nde oy verme hakkı aslanlar gibi elinden alındı, Ukrayna’ya yaptığı ilhak yüzünden… Şimdi Türkiye’ye yapıyor oldukları gibi, Rusya’ya da önce etme, eyleme, vazgeç şu sevdadan, yanlışından dön, uyarı, bir daha, son bir uyarı derken… Baktılar olmuyor ‘küt’ diye askıya aldılar üyeliğini…
İkincisi, 10 Ekim 2016 yani Konsey’in ilk günü, bomba etkisi bırakabilecek başka bir olay oldu; bakmayın ulusal basınımızın pek laf etmemesine… Avrupa Konseyi diyoruz ama tüm organları birbirinden bağımsız; benim yaptırım gücüm yok der elini yıkar ama yarın hiç beklemediğiniz bir komisyon ya da bir oluşumdan bam diye bir balyoz indiriverir…
Kaba tabirle Avrupa HSYK’ların çatısına Avrupa Yargı Kurulları Ağı (ENCJ) diyorlar; Strasbourg’a geldi. Avrupa’nın en kellifelli yargıçları-savcıları anlayacağınız…
15 Temmuz’dan sonra Türkiye yargısındaki keyfiyetler hakkında bir soru sormuşlar; cevap gelmemiş, ikinci kez sormuşlar kem-küm cevabını alınca, Strasbourg’a gelip, zaten bu ENCJ yani Avrupa Yargı Kurulları Ağı’nda gözlemci statüsünde olan Türkiye HSYK’sının, hepten askıya alınmasını kararlaştırmayı özel olarak görüşmek için Aralık ayında toplanma kararı aldılar…
Stalin’in meşhur sözüdür, yahu bu Vatikan, Vatikan diyorsunuz kaç tankı var ki?
Cevap vermişler, Yoldaşım hiçbir tankı yok ama o Vatikan’dır…
Avrupa Konseyi’nin de öyle ABD’nin olduğu gibi, tank, tüfek, atom bombası yok ama hukuk sistemi ve hukuk yaratıcılığı var; silahtan beter eder adamı… Avrupa Konseyi’nin tecrübeli karıncaları böyle diyorlar…
Devamı yarın...