O kadar ayan beyan belli ki her şey…
En çarpıcı ve özet şekilde anlatmak istiyorum…
Mesele o, yoksa hakikaten (maalesef) her şey, açık, net, sarih ve berrak artık, bizce tabii…
Neyse başlayalım…
Deprem değil, savaş değil, Başbakan neden istifa etti?
Hükümet açısından skandal yok (olduğu zaman asıl istifa olmuyor ki!), deprem yok, savaş yok, bu neyin nesi diye?
Öyle ya, seçimleri, % 49,5 oyla, parti başkanı olarak kazanmış; 550 koltuklu parlamentoda 317’i almışsınız. Güneydoğu konusunda ‘başarı’ beyanları veriyorsunuz, Cumhurbaşkanı da teyit ediyor. ABD Dolar vd dövizler, uzun zamandır olmayan bir istikrar yakalamış hatta Türkiye’nin büyük yatırım projelerinden İzmit Körfezi köprüsü heyecanı daha tazeyken…
Lokmanın büyüğünü sona sakladık. Orta doğu’dan akan milyonlara, AB lehine - adına adeta ‘duvar’ olma pahasına da olsa, AB ile - normal şartlarda iyi olmaması gerekirken - ilişkileri düzeltiyorsunuz. Hatta her ne kadar, bunun aslında özellikle iş adamları için olacağını söylesek de, sonuçta TC vatandaşlarına Avrupa’da vizesiz dolaşma hakkı, kulağa hoş gelen bir şeydi. Kısaca, Türkiye insanının, bunca yıllık ezikliğini, aslanlar gibi telafi eden bir pırıltısı vardı. Bu da Başbakan Davutoğlu’nun istişare-görüşme ve yüzünden eksiltmediği gülümsemesiyle diplomasi başarısı olarak, ortada fil gibi duruyordu. Böyle odada (ülkede) böyle bir fili (başarı görüntüsü), ne kadar görmek istemeseniz de görmemezlik edemezsiniz…
Uzatmayalım, bardağı taşıran son damla yani Başbakan Davutoğlu’nun ‘azledilmesine’ (başka ne diyebilirim ki) sebep işte bu AB ile ilişkilerindeki başarı oldu...
Hayır, saçmalamıyorum…
Başarısızlık ‘azledilmeye’ neden olmaz ki, tersine taltif, ödüllendirmeye sebep olur, demenizi duyar gibiyim…
İşte tüm mesele de bu zaten…
…………………………………………………………………………………………………
Bir toplumda, siyasetin mayası, dinamiği, yapay olarak üretilmiş ‘öcülere’ karşı kahramanca verilen mücadelelerse, bal gibi de olur…
Siyasette reytingi sağlamak / sahip olduğunuzu yükseltmek, korumak için üretilmiş öcülere ihtiyacınız var demektir. Öcülere karşı, kahramanca mücadele etiğinizi, boyun eğmeyip dik durduğunuzu - dayılandığınızı göstermek, size reyting kazandırır… Öcülere karşı davranış da milliyetçi söylemlerle olur, ister istemez, bu doğanın kanunu…
Türkiye’nin de - hani mesela dedik - böyle bir siyaset anlayışıyla yönetildiğini varsayalım…
Gemilerde, kurumlarda hani ‘yangın veya acil durumlarda kullanılır’ ibaresiyle camekân içerisinde (gerektiğinde kırılmak üzere) can simidi ve ilk yardım çantası olur, bilirsiniz.
Türkiye’nin de, iktisadi-diplomatik-sosyal vb alanlarda kriz yaşandığında, darmadağın olan toplumu tek vücut haline getirmek ve toparlamak için başlıca dört can simidi var…
1) Kürt sorunu 2) Ermeni sorunu 3) Aleviler 4) AB ile ilişkiler…
Tabii, bu liste uzatılabilir ya da değiştirilebilir, duruma göre…
Kısacası, krizlerde dağılan toplumu toparlamak, tehlikeli bir skandal doğduğunda dikkatlerin yönünü saptırıp tehlikeyi bertaraf etmek için, sürekli milliyetçi söylemlere ihtiyaç var… Duruma göre, 1 no, 2 no, 3 no veya 4 no’lu simidi çıkartır, vaziyeti kurtarırız.
Şimdi duygudaşlık (empati) kurmaya çalışın…
Siz olsanız (dikkat kendinizi o yere koyun diyoruz, yoksa), zor anlarınızda sizi kurtaracak can simitlerinin yok olmasını hiç ister misiniz? Yani bu ‘sorunların’ aslında çözümüne değil, tam tersine ‘çözümsüzlüğüne’ ihtiyacınız varken…
Eyvah sorun çözülüyor, hadi masayı devirme vakti
Müthiş zorluklarla, iğneyle çukur kazarcasına hazırlanan Türkiye-Ermenistan arası ‘diplomatik ilişkilerin kurulmasına dair’ protokolün, 10 Ekim 2009 tarihinde Zürich’te imzalanmasından sonra, birden bire masanın devrilmesini hatırlayalım…
Onca yıldır, krizlerde ne güzel kitleleri Ermeni düşmanlığı şemsiyesi altında toplayabilen, müthiş bir can simidi işlevi gören Ermeni sorunu neden çözülsündü ki? Aman ha, yazdıysa bozsaydı Tanrı… Sonra halimiz nice olurdu…
Geçen yazılarımızda anlatmıştık Ermenistan’ın Türkiye’den toprak talebi var balonu da bunlardan biriydi, ne güzel onlarca yıl, bozdur-bozdur harca kullanılmıştı ama rahmetli Mehmet Ali Birand ile ne güzel patlatmıştık bizzat bu balonu…
Neyse protokollere gelelim, masayı açık-net şekilde devirmiştik işte…
Alevi açılımı da ne güzel gidiyor-gelişiyor derken ‘pat’ diye nasıl kesilmişti; gerçi bizce daha fazla uzatılırsa tadı tuzu kaçabilir, belki bu en yakın zamanda yakılacak can simidi olabilir.
Kürt sorunu çözüm süreci, Dolmabahçe deklarasyonu? Keza aynısı…
Sonunda, AB zirvelerine yeniden Türkiye’nin davet edilmesi; AB görüşmelerinde birden açılan başlıklar ve özellikle vizesiz dolaşım zaferi…
Tüm bunların altında, unutmamak gerekiyor, ya Dışişleri Bakanı ya da Başbakan olarak, Davutoğlu’nun imzaları vardı…
Şimdi anladık mı meseleyi?
Yaratılmış öcülere karşı milliyetçi söylemlerle beslenen, pekiştirilen bir siyasi sistemde, hiç o öcüleri (sorunları) yok etmek için uğraşılır mı; güzel-güzel daha da azgınlaştırmak, daha da derinleştirmek ve daha da tahrik etmek varken…
İşte Başbakan Davutoğlu’nun (ama şaşılası bir ısrarla) anlayamadığı asıl sorun buradaydı bizce… Sorunları çözmek değil, çözmemek gerekiyordu aslında, oysa kendisi…
Can Dündar’a yapılan, tamamen bir korkutma-işaret niteliğindeki silahlı saldırı da AB’nin ilgili çevrelerinde Aa, yok, biz galiba acele ediyoruz, vizesiz dolaşım ve genel olarak AB ile ilişkiler konusunda biraz frene basalım dedirtebilirdi ki, zaten istenen de o değil miydi?
Dokunulmazlıkların görüşüldüğü komisyonda Sayın İdris Baluken, Garo Paylan’a karşı yapılan açık saldırının altında AB’nin vizesiz dolaşım hakkına karşılık Türkiye’den değiştirmesini istediği terör yasasının gündeme girmesine engel olmak da olabilir mi?
Ve nihayet bizden terör yasasını değiştirmemizi isteyen Avrupa’ya, sen git kendi yoluna, biz de gidelim bizim yola; sana kim (yasayı değiştirmek konusunda) söz verdiyse, onunla görüş (ne hükmü kaldıysa) diye yapılan beyan da zaten, meseleyi gayet güzel açıklıyor…
Dedik ya, bazen sorunları çözmek değil, tam tersine çözmemek gerekiyor…