Çakırlı’nın da bir Ermeni köyü olduğunu belgelerde de bulmuş, öğrenmiştik. Gel görelim, güler yüzlü (CHP’li) Belediye Başkanı Mehmet Dalyan, köyün Ermeni geçmişi hakkında hiç hani yahu eşantiyon namına da olsa derler ya, bilgi veremiyor… Çaresiz, yine yollara…
Dediğimiz gibi, bazen akıllara zarar bir haberdarsızlık veya bilgi sahibi olamama durumuyla karşılaşıyoruz... Ama bazen de şaşırmamıza meydan verecek kadar ilginç bir konuşkanlık, bir ifade bolluğu, bir akış, taşış görmeye değer...
Şaşırmamak gerekiyor, zira sevgili Elif Şafak, güzel açıklamış bu durumu İskender’inde…
(…) Zamanında hayat dolu topraklar terk edildiklerinde, hüzün çöker coğrafyaya; havada dolanıp duran, bulduğu her çatlaktan içeri sızan bir keder bulutu asılı kalır. Belki de bu yüzden metruk mahallelerin sakinleri, yaşadıkları yerlere benzer; ketum ve kapalı. Ne var ki bu, yüzeyde görünen resimdir; tıpkı yerküre gibi insanların dışı nadir içiyle aynı olur. İhtiyatlılığında, sıcak, sevecendir yöre insanı. Güvendiğine açar içini…
Yeniden yollara düşüyoruz…
İznik’in Aya Sofya’sını, nefis çini, seramiklerini görüyor, hayran kalıyoruz…
Derken, Fransız sinemasında artık mutlak surette, senarist, yönetmen ama ille oyuncu olarak yeri olan, Fransa’dan Ermenistan’a 1947 göç furyasında gitmiş; hüsrana uğrayıp Fransa’ya 60’larde dönmüş ailelerden birinin çocuğu, Serj Avedikyan’ın 2000’lerde belgesel film çektiği, atalarının toprağı Yukarı Sölöz’e gidiyoruz…
Yukarı Sölöz’e nedense Yeni Sölöz deniyor… Başka yerlerde de tespit ettik… Eski Ermeni yerleşim yerlerine, aslında eski yerler olmasına rağmen yeni denmiş…Nedenini öğrendik… Sırf Ermeni nüfuslu köylere muhacirler yani yeni insanlar gelince köye de Yeni denmiş… Kısacası eski yaşayanlar gitmiş ve yenileri gelince, artık bu köyler de yeni diye adlandırılmış.
Kim bilir, belki de o eskileri unut(tur)mak istercesine bir refleksti bu zamanında…
Belediye Başkanı’na haber veriyorlar… Bahçesinde çalışırken yakalamışız hâlbuki nereden bilelim… Belli ki, aniden üstünü değiştirmiş, dağın tepesinde, daha çizgileri üstünde, yeni, şık bir gömlek ve ütülü pantolonuyla Başkan Güngör Özhan geliyor, Belediye binasının önünde açık hava gazinosu gibi güzel manzaralı bir kahvede oturuyoruz…
Kardeşim hiç sorma… Onca şey varken, bir şey bırakmamışlar Ermenilerden... Ama ben, kendi başıma, sağdan soldan ne bulursam topluyor, saklıyorum; ör: bugüne kadar beş – altı Ermeni mezar taşı buldum ve evimde saklıyorum. İlerde başka şeyler de bulursak, bir küçük müze oluşturacak kadar belki olur... Zaman gösterecek diyor…
Sonra da Ben insana değer veririm diyor ve ekliyor Ermeni’ymiş, Fransız’mış, insanlığa önem veririm İçimden Ah diyorum keşke sarf etmeseydin bu sözleri; zira iyi niyetle söylense de: Benim için Ermeni veya başkası fark etmez gibi sözler, düşünürseniz, aslında bilhassa o insan için bal gibi de fark ettiğini gösterir… Zira ulusalcı dürtülerden arınmış biri, bu tip laflar hiç etmez; zihniyetini kendi davranışları, vücut dili ve tarzı ile gösterir zaten…
Yeni Gürle’de evlerin arkasına sıkışmış kalmış eski bir kilise için, Ermeni kilisesi olduğunu söylüyorlar… Roman kardeşlerimizin mekân ettikleri evlerin önünden geçiyoruz ve ağaçların arasından birkaç duvarı keşfedip, bir iki kare çekip teselli bulmaya çalışıyoruz…
Köyde karşılaştığımız, köyün en yaşlısı benim diyen, aslında hiç göstermese de altmış dokuz yaşında olduğunu öğrendiğimiz, Halit Toker, şaka yapmasını seven, renkli bir amca… (…) Çok güzel bir hamam varmış yukarılarda ama yıkmışız; yıkmak marifetimiz ya… diyor ince-ince ve sonra ekliyor aslında birçok şeyi yıkmakla günah işlemişiz...
Biz konuşurken, yanımıza yaklaşıyor burayı mekân etmiş bir kardeşimiz, soruyor (…) Son zamanlarda, çok geliyorlar, acaba gömü mü var, nedir, varsa söyleyin cinsinden…
Bizim Âdem hemen yetişiyor (…) Gömünün büyüğü toprak üzerinde, toprak altında değil; sen hayli meraklısın galiba diyor… Pişman olmuşçasına beriki (…) Yok, yahu, bizim ekmek alacak paramız yok, biz kim, gömü bulmak kim diyor, uzaklaşıyor… Biraz ilerde, orta halli ama yine de özel bir arabaya bindiğini görüyor Âdem…
Elmalı, Rum köyünün yanındaydı Türk Gacık Köy’ü. Ama burada gördüğümüz hamamın bir Ermeni tarafından inşa edilmiş olduğu konusunda mutabık kalamıyoruz. Türk köyündeyiz ve köyler birbirine hayli yakın ve birbiriyle etkileşim içindeler. Belki de Türk köyüne hamamı bir Ermeni inşa etmişti, olamaz mı? Tabii sadece tahminler yürütüyoruz…
Rum, Ermeni ve Türk köylerinin birbirilerine çok yakın… Bazen şaşırıyor insan... Şimdi burası Ermeni köyü mü? Diye soruyor birimiz. Hayır Rum köyü diyor bir başkamız… Konuşma esnasında, daha önce fark ettiğim, bir tespit yine karşıma çıkıyor; otel dönüşünde yorgunluktan söylemeyi unuttuğum bir tespitim bu… Yerli halk, bazen Yok, onlar manav diyor… Bir köy hakkında aramızda tartışırken O köy manav köyü diyorlar… Yerli Ermeni, Yerli Rum / muhacir olmayan, ama yerli Müslüman-Türk kimliğine Manav diyorlar…
Dolayısıyla, bir köyün Yerli-Ermeni, Yerli-Rum hatta Bulgaristan veya Yunanistan’dan gelen muhacir köyü de olmadığı ama yerli-Müslüman-Türk köyü olduğunu belirtirken Manav köyü diyorlar… Amcalardan biri Ben de muhacirim ama hanımım manav diyor.
Nadya Hanım, o iflâh olmaz merakıyla Anneniz manav mıydı diye tekrarlatıyor, Evet, manavdı diyor berikisi… Nadya Hanım, müthiş bir sosyo-ekonomik buluş yapmış olarak başını sallıyor ve Demek ki burada tarım o kadar gelişmiş ki, bazı köyler kadınlarına kadar zerzevatçılık-manavlık yapıyor demez mi? Müthiş bir gülme krizine giriyoruz, halimiz görülmeye değer…
Lale Dere’de, yine Ermeni mezarlıklarına Meşatlık denildiğini görüyoruz…
Kılıç Köy’ün de bir Ermeni köyü olduğu, hatta rehberimiz Âdem Bey’in dedesinin köyü olduğu ortaya çıkıyor. Orada bize birisini tavsiye ediyorlar…
Ve Vahit Keskin’i, öğle uykusunda yakalıyoruz… Mahmurluğunu ancak atıyor üzerinden; verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür diliyoruz. Amcamız bir açılıyor ki sormayın... Meğer Yunanistan’dan gelen bu aile, köyün en varlıklı, en teşkilatçı ailesiymiş o zamanlar. On yıl kadar öncesine kadar, Ermeni komşularının çocuk ve torunları gelirler kendilerinden tarhana vs alır giderlermiş. (…) Ben, geçmişini öğrenmemiş, babasına sormamış, tarihini bilmemiş insanlara şaşırıyorum diyor amca… Bize dokunarak, bizi süzerek, duygulanarak Merak etmeyin, acı ve tatlısıyla her şeyi öğrenmişim ben, rahat olun, burası eviniz, istediğiniz an gelebilirsiniz diyor ve arabamıza dek, damadı, kızıyla bizleri yolcu ediyor.
Şak-şak bölgesinde, eskiden bir Ermeni köyünün olduğunu biliyoruz, 16–17 bin dönümlük bir arazi yapısına sahip. Bunun bir kısmı Kılıç Köy ve Lale Dere’nin merası, kalan diğer bölümü de Hava Kuvvetleri’ne tahsisli. Komşusu, 7 bin dönümlü, bölgede meyvecilik, verimli küçük-büyükbaş ırklı hayvan yetiştiriciliğine önem vermiş Nurova Çiftliği... Rahmetli Cevdet Aydın, burasını Kemal Asova’dan zamanında satın almış… …
Akıllıoğlu kardeşlere ait Akdem adlı bir baharat - alternatif tıbbi ot fabrikasına gidiyoruz… Dünyanın dört bir yanına, türlü bitki çaylar, baharat ve nice ürünlerin paketlerinde nedense hangi rahatsızlıklara iyi geldiğini yazamıyorlar, zira Sağlık Bakanlığı için bu ilaç reçetesi yerine geçiyormuş… Buraya gidenlerin mutlaka buraya uğramalarını salık veriyoruz…
Yetiştirmiş olduğu aydınları, temiz Ermenicesiyle hep duyduğumuz Bardizag - Bahçecik’in Adapazarı’nda olduğunu bilirdik hâlbuki bugün İzmit sınırlarında… Agos gazetesinden, halk tarihçisi Sarkis Seropyan’ın öğrencisi Nora Baytar’dan öğrendiklerimize göre iz sürüyor ve Bardizag’a gidiyoruz. Genç, dinamik, aydın yüzlü, bir Muhtar’la karşılaşıyoruz…
Bize anlatıyor, anlatıyor... Amerikan Koleji’nin binasını görmemizi tavsiye ediyor… ve maalesef, daha çok binalarımızın korunması gerekirken, olmamış işte, eski zihniyet diyor…
Sokaktaki insanların, kimler olduğumuzu öğrendiklerinde, sanki bir Ahmet Bey veya Fatma Hanım’mışız gibi, samimi davranışlarını görüyoruz. İşte diyorum kendi kendime o Bizim için hiç fark etmez sözü yerine bu samimi vücut dili ve ifade tarzı daha inandırıcı…
Muhtar… (…)Ermeniler gitmiş ama bugüne dek bağlarını koparmamışlar, bayram, seyran, vesilelerle gelirler, bazıları ev kiralarlar hatta yeniden ev satın alırlar… Hele bir arkadaşımız var ki, yabancı… Artık yaz-kış yaşıyor… Yanlış anlaşılmasın, Ermeni olduğu için yabancı demiyorum, Ermeni asla yabancı değil buralarda. Yabancı uyruğa geçmiş olduğu için ona yabancı dedim yani bir Müslüman-Türk eski vatandaş da yabancı uyruğa geçmiş olup, Bahçecik’e gelseydi, ona da yabancı diyecektim diyor…
Nadya Hanım’la bakışıyoruz, Anadolu insanının hakiki sağduyulu, bilge yüzüne nasıl hayran kalınmaz ki… Böylece Harput’ta bir Amerikalı misali, Bardizag’ta yabancı ama Ermeni’yi merak ediyor ama orada olmadığını öğreniyorum; kendim ve okuyucularım için mutlaka ilerde tanışmak istediğimi söylüyorum…
Amerikan Koleji binasını buluyoruz, şirin mi şirin, hâlâ korunup onarılabilir... İç duvarlarda Âdem Bey bazı Ermenice yazıların fotoğrafını çekiyor, ben dışarıdan çekiyorum. Komşusu bu binayı almış, üç yıl önce bir tavuk işletmecisine satmış. Belediye sahiplenmeye kalkmış ama nafile… Sahip çıkılmazsa, burası da kaybolup gidecek… Kültür Bakanlığı, bir güzel onarsa, dış duvarına …tarihleri arasında, Ermeni nüfusun yoğun olduğu dönemde, Amerikan Koleji olarak hizmet etmiş, şu Ermeni aydınları buradan yetişmişlerdir diye tabela assa ve aynı bina bugünkü Bahçecik halkının yararlanacağı bir eğitim yuvası olsa, ne iyi olur…
Yalova’nın göbeğine gidiyoruz. Sahibi olduğu kırtasiye dükkânındaYalova’yı anlatıyor Mustafa Taner… Yahu ne Yalova’sı? Varsa yoksa Araratlı olduğunu söylediği o yöre insanlarının Ermenilerle ilişkisini, Ararat’taki Kürtlerle Ermenilerin yaşamlarını anlatıyor…
Bu arada, mahallenin delisi sayılabilecek birisi, bizleri görerek ve ona Kürtçe mırıldanarak Define haritası falan soruyor… Duyar duymaz Ape, herita tunne (1) diyor ve ekliyorum Roj baş Ape çawani? (2) Bu kez şaşkın bakan Mustafa Taner oluyor,hiç beklemediğini gizlemeden Wuau keko kırmançi zane (3) diye soruyor… He zanem, Ez em zane kırmançi, Ez em Fılla (4) diyorum… Demez olaydım, işte budur da, kültürlerin, dillerin kardeşliği bir muhabbet başlıyor ki sormayın…
Mustafa Taner’in kitapları: Ağrı-Erzurum Fıkraları, Şehriye Hanım’dan İnciler, sonra Hor-hor beyin oğlu derken Kim Takar Yalova Kaymakamı’nı yazmış… Kendisinden öğreniyoruz: Rutubete sormuşlar, nerelisin? Diye sormuşlar… Rize’liyim ama Yalova’da oturuyorum diye cevaplamış.
Kitaplarını imzalayıp, eller tokalaşırken kısık sesle yanımıza geliyor ve Babam bizlere on binlerce dönüm arazi bıraktı… Bıraktı da ne oldu… Hayrını göremedik, bir gün dedi ki (…) Bakın, görün işte hiç birinize hayrı olmadı buralar, Ermenilerindi; şimdi diyorum ki, çekmiş oldukları acılardan dolayı lanetli buralar, keşke olmasaydı, hayırlı olmaması bundandır… Bunu her anlayan insan bulunca anlatıyorum diyor Mustafa Taner…
İçtenliğinden, samimiyetinden dolayı, çok şey var söylenecek ama sadece Sbas dıkım, Gere sbas (5) diyorum… Helâlleşip ayrılıyoruz, rahatlamış Mustafa Taner’i gerimizde bırakarak.
Yaşadığı yer hakkında Kadıköy Ermeni Katolik Kilisesi araştırmacısı, Hagop Aslanyan ve Ermenistanlı, başka araştırmacılarla çalışıp, yazı, broşür, kitap ve araştırmalar hazırlayan, bilinçli bir yurttaş Yakup Özkan. Gereksizce paralar Sağa - sola dağıtılırken, Yerel Tarih için böyle insanlar desteklenmeli; zira gelecek yerelde bence…
Ülkemizin karanlık sayfaları hakkında kendine has sanıları, inançları var ama bunları bilgiye dönüştürmeye, öğrenmeye hazır; ezberlerini bozamayacağı hususunda da kemikleşmiş bir yargıya sahip değil, yani açık bir insan…
Ramazan’da niyetli vatandaşlarımız karşısında bir şey yememe ve içmeme konusunda ben ve Nadya Hanım, sanki birkaç nesilden gelen bir genetik refleksle şerbetliyiz ama Özkan çiftinin ısrarları yüzünden, biraz da sıkılarak, reddetmiyoruz güzel çaylarını…
Armaş (Akmeşe) Ermenilerinden kalma eski bir değirmen ve bir matbaa binalarını ve bir de köy meydanında bozulmamış çeşmeyi buluyor ve tabii fotoğraflarını çekiyoruz…
Köy kahvesinde, aydınlık yüzlü insanların karşılamaları, içten, temiz olduğu buram-buram kokan sohbetleri, kavurucu sıcakta bizi serinletiyor. Kucaklaşarak ayrılıyoruz buralardan…
Böylece Çınarcık’tan başladığımız ön-keşif gezimizin finaline yaraşır bir son gün. Bardizag (Bahçecik) ve ahalisindeki gibi, Armaş (Akmeşe)’dan da hayran ayrılıyoruz…
Bu yörelerde, Ermenilerden beri hâlâ sağlam kalmış ama korunmaya muhtaç ya da az çabayla diriltebilecek birçok binaya, onlarla birlikte yaşayan insanlara, dünden bugüne birçok iz’e selam etmek istiyoruz… Şu veya bu sebeple, birbirleriyle gönülsüzce, zorla akraba veya düşman, hasım veya hısım olmuş insanların torunlarının, bundan böyle, birbirleriyle gönüllüce, bilerek, bile-bile, hakikaten isteyerek, dost olduklarını görmeyi hayal etmek ve bu hayal için de böyle canlı maceralar yaşamak istiyoruz…
(*) Araştırmacı – Yazar
Notlar: (1) Ermenice‘Su’
(2) Kürtçe ‘Amca harita yoktur!’
(3) Kürtçe ‘Merhaba amca nasılsın?’
(4) Kürtçe ‘Vay kardeşim Kırman Kürtçesi konuşuyor musun?’
(5) Kürtçe ‘Evet, konuşurum, Kırman Kürtçesi konuşurum, ben Ermeni’yim’
(6) Kürtçe ‘Teşekkürler, çok teşekkür’