OECD ülkeleri arasında en fakir ile en zengin arasındaki farkın büyüklüğü açısından birinci ülke Meksika, üçüncü ülke ABD ama ikinci ülke ise Türkiye…
AVM dediğimiz, İngilizce Mall denilen fevkalade büyüklükteki, çok amaçlı ama son tahlilde beton şıklığında (!) dev binalar, Amerika’da yaşam merkezleri birbirinden hayli uzaklıkta, espace hayli geniş olduğu için şehir dışındadır ve haydi alışverişe gidelim denen programlar olur aileler arası… Bu ABD için doğal ama Türkiye de dâhil birbirlerinin neredeyse iç içe yaşayan Avrupa şehirleri için uygun olmamasına rağmen, AVM furyamızı bir düşünün…
Yine Amerika’nın engin, uçsuz, bucaksız, dev arazilerinde tarımla uğraşan insanların toz, çamur, topraklı arazi yollarını kolayca gezebilmek, işlerini yönetmek için Jeep, Land Rover gibi arabalar üretmesi ve petrolcülük veya tarımla uğraşanların bunları kullanması doğal ama İstanbul gibi anakentlerde değil... Daracık, insanların birbirlerini tanıdığı mahallelere girme imkânı zor arabaların kullanılması, sadece nouveaux riche yani yeni zengin denilen uyduruk bir sosyal sınıfın görgüsüzlüğünden başka bir şey değildir… Bir yandan tarımı öldüreceğiz, diğer yandan sadece gelişmiş tarım ülkelerinde kullanılan pahalı arabaları ithal edip, şehrin asfaltlarında süreceğiz..
Hatırlayalım, LCD, ondan önce Plazma TV ekranları, DVD, Walkman, video, akıllı cep telefonu ve nice elektronik tüketim mallarıyla, Avrupa halkı daha yeni tanışırken, Türkiye insanı (adeta uydusu olduğu için) ABD’de satılan bu ürünleri çoktan kullanıyordu…
TV dizilerini hatırlayalım, Türkiye’de toplum, Dallas’ın bitişiyle, Sue Ellen âşıkları ile Sue Ellen karşıtları diye ikiye bölünmüşken, Avrupa ekranlarında daha yeni başlıyordu…
Kısacası, Demokrat Parti’nin ülkeyi küçük Amerika yapacağız söylemi, Adalet Parti, sonra Anavatan Partisi ve daha sonra da AK Parti hükümetleri tarafından gerçekleştirildi ve hâlâ gerçekleştiriliyor…
Gerçekleştirildi ve gerçekleştirilmeye devam ediyor da ne olmuş ve ne oluyor yani?
Yüzölçümünün % 95’e yakını Asya ama % 5 olmasına rağmen, tarihi, finans merkezi, sermaye birikimi, ülke tüketiminin tek başına % (handiyse) 40’ını gerçekleştirmesi ve başta turizm, dünyanın göz bebeği konumundaki İstanbul ve çevresi Avrupa’da olan bir ülkeyiz...
Hayli etkin olduğunu iddia ettiğimiz % 5’lik (yüzölçümü olarak) Avrupalılığımızla dünyaya (…) Biz de Avrupalıyız lan diye feryat-figan eden bir ülkeysek; Avrupalı fiziki özelliklere sahip vücudumuza tamamen Amerikan kıyafeti giydirmişiz…
Parçası olmak, üyeleri arasına girmek, ailesinin bir mensubu olmak için - amiyane tabirle - yırtındığımız AB’nin idarecileri bugüne dek sormamışlar mıdır? (…) AB’ne üye olmak için ısrar etmenizi saygıyla karşılıyoruz ama her evet her şeyinizle küçük bir Amerika olmak için verilmiş çabayı heba mı edeceksiniz? Hadi, bu yönde bugüne değin verilmiş çabaları geçmişe dair kabul edelim; peki, bugün dâhi ABD uydusu görüntüsünü değiştirmek için hiç çaba sarf etmediğinize göre, AB üyesi olma ısrarınızı nasıl anlamamız gerekiyor?
Ata sporları arasında atçılık da olan coğrafya insanımıza, Fransızların bir deyişini, konuya cuk oturduğunu hissettiğimizden, hatırlatalım bari: İki ata birden binilmez!
Diplomaside tabii ki denge denen unsur olacaktır; bir ülkenin sadece bir kampın etkisi altında olması gibi bir abesle iştigalden söz etmiyoruz… Hele doğu ile batı arasında bir köprü olma iddiasındaysak, kuşkusuz dünyanın tüm güçlerini bir orkestra şefi gibi, idare etme becerisini göstermeye çalışmak dış siyaset mefkûremiz olacaktır…
Bundan bahsedilmiyor kuşkusuz… İşkenceyi mış gibi güya sonlandırmış gözükerek ama bal gibi de sürdürerek; (Demirel’in ifadesidir) arada, rutinden çıkmayı alışkanlık haline getirmiş olarak, Sevan Nişanyan (ve niceleri) yazmış olduğu kitapları rahatsız edince, onu kadastro sorunlarından dolayı 1 yıla hapse mahkûm ederek ABD’ye benziyoruz…
ABD’ye benzeyen yönlerimizin listesini, eminim okuyucularımız da tamamlayabilirler…
Ama tasavvur edin bir an evet-evet bir an…
Cumhurbaşkanlığı Sarayı’ndan, İstanbul’un siluetini bozan yapılar ve uzmanların deyişiyle ülkenin % 60’ından (yani onlarca milyon bina!) fazlasının, meşruiyetleri tartışılırken; kendi bahçesindeki bir yapıyı kaçak yaptığı ve mührünü yok saydığı için, ülke turizmine sayısızca hizmeti olan Sevan Nişanyan’ı 11 yıl hapse atmamızın mantığını zamanında Hıncal Uluç vermişti… Sevan’ı sırf Ermeni olduğu için hapse attık ya, yuh olsun hepimize!
Sadece, binlerce örnekten birini verdik… Üstünde duman tüten olumlu gelişmeler hissedilen, Hrant Dink cinayeti davası da zaten başlı başına bir olay…
ABD’ye dönelim…
1) Kamp Delta (Kamp Echo da buna dâhil)
2) Kamp İguana
3) Kamp X-Ray (artık lütfen kapatıldı) olmak üzere, üç ayrı bölümden oluşan ABD’nin Guantanamo gibi bir cezaevine sahip oluşu başlı başına bir rutin dışılık tabi…
Medeni Kanun’u (17 Şubat) 1926’daki İsviçre’den almışız; defalarca öz itibariyle değişiklik yapılmış olmasına rağmen, şekilsel değişiklikler hariç, özü 1926’da kalmış…
Ceza Kanunu’nu da 1889 tarihli İtalyan Zanardelli Yasası esas alınarak hazırlanmış, 54 kez değişikliğe uğramış ve nihayetinde 5237 s. Yeni Türk Ceza Kanunu, 2005’te Alman Ceza Doktrini / Kanunundan esinlenerek bugünkü hale getirilmiş…
Ama bir toplumda yasalar bir bütünlük arz eder… Biz Alman yasaları, Alman kültürü, Alman uygarlığının, kendi toplumumuza verdiklerini, kendi toplumumuza vermeden, onun cezasını nasıl veririz ki? İşsizlik sigortası olmayan tek bir işçinin asla olmama güvencesini, sosyal hak, iş-çalışma şartları ve daha nice şartları toplumunuza vermiş misiniz ki, Alman Ceza Doktrini - Kanunu’ndan esinlenmiş bir Türk Ceza Kanunu’nu Türkiye’ye dayatıyorsunuz?
Kısacası, hak verme konusunda AB normları dışıyız ama cezalandırma konusunda AB normlarına dâhiliz (!)… O da tartışılır ya, neyse…
Devlet idaresi yönünde ise, şimdi de Putin’i referans alma görüntüsü var sanki…
Avrupa hatta birçok olumsuz yönden benzediğimiz ABD’de bile (her ne kadar faydalı olsa da) bir cumhurbaşkanın kalkıp Bundan böyle, hepiniz, kabul edin ya da etmeyin, Latince öğreneceksiniz, tamam mı?! diye demeçler vermesini tasavvur edebiliyor musunuz?
Dedik ya Diyar-ı Frengistan’da, milli sporumuz olan (at) biniciliğinden dem vurarak, eloğlu İki ata birden binilmez demiş… Bizde ise (aslı başka ama bunu yazmak istemiyoruz) üstü kaval altı şişhane derler…
İki ata birden binmeyi, sadece Moskova’dan gelen sirklerde akrobasi yapılırken görebilirdik ama üç ata birden binmeye kalkıştığımızda, yere düşmeye mahkûmuz… Er veya geç maalesef!