Sivas’tan İstanbul’a gelen Ermeni ailelerdendi Arsen; yıllar sonra mahkemeye başvurup asıl adını yazdırana kadar Asım yazılmıştı nüfus cüzdanında. Ablası, Anadolu’dan gelen veya İstanbul’daki birçok mütevazı gencin başvurup da eli boş dönmediği Hıdıryan Bey’in sahibi olduğu, Gümüşsuyu semtindeki Park Otel’e ütücü olarak girmişti. Ağabeylerinden biri, Kapalıçarşı Akademisi’ne kuyumculuk öğrenmeye, diğeri Almanya’ya işçi gitmişti. Babası ise, bekçilik işi bulmuştu hanlardan birinde. Kendisi de, ailenin en küçüğü, üzerinde - haliyle - en titrenmiş, ihtimam gösterileniydi… Karaköy’deki asırlık Getronagan (Cemaatin Galatasaray Lisesi derlerdi, hâlâ derler) Ermeni Lisesi’nden mezun olmuştu, sonra daha önce kapağı Paris’e atmış bendenizin yanına, Paris’e gitmişti. 1981 yılıydı... Almanya üzerinden kaçak yolla getirmişti (o zamanlar Shengen gümrüksüz sınır kapıların yoktu AB ülkelerinde) ağabeyi Paris’e, uykusuz yorgun, ülke değiştiriyor olmanın şoku da cabası… Ben de az moral için, Arsen’i almış, Paris’in, 5.ci (semti) dairesindeki St. Michel Meydanı’na götürmüştüm..
Paris’te, C.tesi gecesine yakın bir yaz akşamıydı. 12 Eylül 1980 darbesinden kaçmış, Rum, Türk, Ermeni, Kürt, Arnavut, Süryani, Laz insanlar, Türkiye’de yazar, öğretmen, işadamı, gazeteci, öğrenci, kuyumcu, muhasebeci olmalarına rağmen şimdi St Michel Meydanı’nda, Yunan ve diğer yabancı asıllı esnafın dükkânlarında, krepçi, gazete kiyosku, metro girişinde gözüküyorlardı… Kestane satıcısı, müşteri çığırtkanı, dönerci, tezgâhtar yardımcısı olarak… Aynı topraktan insanları gördüğü için seviniyor, ya nasıl geldik muhabbeti yapıyorduk...
Kaldırımlar, şadırvanlardan şarıl-şarıl suların aktığı meydanda, park ettikleri motosikletleri önünde, siyah deriden giysileri, acayip dövmeleri, değişik yerlerinden sarkan çengel, küpeleri ile nereden geldiler bunlar memleketimize der gibi - curcunalı ortamı - kesiyorlardı… Tom Jones şarkıları, bağlamayla Kerbela deyişleri, saksafonla blouse melodileri, kaldırım serçesi Edith Piaf’ın şansonları, Brassens’in gitarla Fransız şarkıları, Jack Brel’in Beni terk etme (Ne me quitte pas) şarkısı havada raks ediyorlardı birbirleriyle. Eh böyle ortamda, biranın su gibi, diğer alkollü içkilerin da nasıl fütursuzca, alenen tüketildiklerini tahmin edebilirsiniz…
Anadolu’nun bazı (evet bazı) ve ne ilginçtir ki, Kafkasya’nın da bazı bölgelerindeki kasaba düğünlerinde aynen rastlamışızdır; belli bir zaman sonra, sanki düğmeye basılmış gibi, ampul patlar ve sadece ampul mü, gerilen ortam, derken bir kavga başlar… Olacağı buydu da, bela çok mu aramıştı bizim hele Arsen’in başına patlaması için? Sanki hoş geldin diyordu Paris…
Ne oldu nasıl olduysa, şimdi geçmiş zaman, Arsen’in benimle Türkçe konuşması, birisinin laf atıp, omuz atmaya çalışması, bizim de hop ne oluyor diye karşı çıkmamız filan ile genç yaşlarda birinin motosiklet kaskını bizim Arsen’in burnuna indirmesiyle, ortalık western filmlerinde gördüğümüz o Saloon’da patlayan kovboyların kavgaları gibi hatta beteri oldu…
Biraz önce Arsen’e hoş gelmişsin kardeş, dert etme, aynı geminin yolcularıyız; biz-bize daha kolay aşarız ve bana göz kırparak Abi, Pazartesi kardeşimizi getir, bakalım hele (iş konusu) diyen Kürtler döner bıçaklarıyla koşuyorlardı… Mal bulmuş mağrip misali fırsat bulmuş o siyah derili gençler de karışınca işe Allaaaaaah, varın tahmin edin…
Polisin gelmesi, ambülânsın yetişmesi, bize destek olacağım derken azil (iltica) talebi kabul edilmemiş Kürt dostlarımızın durumlarının tehlikeye girmesi; dernek avukatlarının gelmesi, Arnavut Mesut dostumun Galatasaray Lisesi’nden oluşundan Fransızca polislere tanıklık edebilmesi, Arsen’in kaşına dikiş atılması, burun tedavisi, rapor, film şeridi gibi akıyordu…
Sabaha doğru, hastaneden tanıklarla polis müdürlüğüne giderken, radyodan duyduğumuz müziği hâlâ hatırlarım; insana işte Paris sabahları bu kadar güzel anlatılır dedirten Jacques Dutrronc’un Il est cinq heures Paris s’éveille şarkısıydı sabahın 05’inde… (…) Les travestis vont se raser / Les stripteaseuses sont rhabillées / Les traversins sont écrasés / Les amoureux sont fatigués / Il est cinq heures / Paris s'éveille /Paris s'éveille... Travestiler tıraş olacaklar /Striptizciler yeniden giyindiler /Bel-altı yastıkları ezilmiş / Âşıklar yorulmuş / Saat beş / Paris uyanıyor / Paris uyanıyor…
Müdüriyette, haşat olmuş, teker-teker, tekrar-tekrar ifade veriyorken, Arsen’e vuran gencin soyadını polis telaffuz edemeyip, tekrar ettirince (Yorgansiyan yani bildiğimiz Yorgancıyan), ataları Anadolu’dan Fransa’ya göç etmiş Ermeni ailesi olduğunu öğrenmeyelim mi?
Bizim Arsen’in, orada kırık Ermenicesiyle çocuğa Tun Hay es, çes amıçnar? (Sen Ermeni misin, utanmıyor musun?) diye haykırması sırasında, bilgisayarın daha demokratikleşmediği zamanlar, daktilosuyla ifade alan ve diğer polislerin yüz ifadelerini görmek gerekiyordu…
Yahu güleyim mi, hüzünden ağlayayım, kızayım, ya da öfkeleneyim mi ama ne olursa olsun kabul edin ki sıradan bir durum değildi bu…
12 Eylül 1980 darbesi sonucu, ailesinin yıllar önce yaşadığını (memleket değişimi) bu kez kendisi yaşayan Arsen; geldiği ülkede dakika bir gol bir başı belaya giriyor; Türkiye’de ailesinin pek dostane ilişkilerde olduğu söylenmeyen Kürtler ilk yardımına koşanlar oluyor, bela olan çocuğun da, Anadolu’dan gelmiş bir Ermeni ailenin torunu olduğu olması…
Attendez, attendez, c’est un jeux de caméra caché ou pas? Je ne comprends rien du tout la.. yani Bir dakika, bir dakika, bu bir kamera şakası mıdır nedir, hiçbir şey anlamıyorum diyordu haklı olarak polis… Dönerci bıçaklarıyla bizi korumaya koşan Kürtlere, akrabamız olup olmadıklarını soruyor, tabii hayır cevabı alıyordu… Saldıran Fransız ırkçı grupta, asıl darbeyi vuran gencin soyadının Fransızca telaffuzunun bile zor olduğunu; yetmiyormuş gibi bir de mağdur olan şu göçmenle aynı dili konuştuğunu ve Türkiye’den gelen ama Arnavut olduğunu söyleyen bir başkasının ana dili gibi Fransızca konuştuğunu anlamıyordu polis… Amiyane tabirle kafası basamazdı, zaten basmıyordu da Fransız polisin…
O Fransız polisi, nereden bilecekti, daha birkaç yıl önce, 1974’te, Başbakanı’nın Kıbrıs’a – üstelik bir de – Barış Harekâtı diye adını koyduğu askeri müdahale yaptırdığı bir ülkeden geldiğimizi… 7 ve 4’in yerlerini değiştirip, 47 yapınca yani 1947’de aynı Bülent Ecevit’in bu kez Londra’da Türk Yunan başlığıyla Sıla derdine düşünce anlarsın/ Yunanlı ile kardeş olduğunu / Bir Rum şarkısı duyunca gör / Gurbet elde İstanbul çocuğunu / diye şiir yazdığını…
Sıla dediğin sanki mihenk taşı; kendi evinde canım-ciğerim dediklerin, bir bakarsın sılada çaresiz kalmış, kaybetmişler kendilerini; el düdüğünü çalıyor olmuşlar kulaklarını sağır edercesine. Gönüllerin karşılıklı, yok benim tarlam /yok senin tarlan veya benim suyum /senin suyun diye kırıldığı insanlarınla, bir bakmışsın sılada yine, can-ciğer olmuşsun…
P.S: Geçenlerde, genç yaşta, Paris’te, bir beyin kanaması sonucu kaybettiğim, kardeşim Arsen, yukarıda, bir yerlerden okuyor herhalde bu satırları, ruhuna ve hatırasına el Fatiha!