Her toplumsal buhran, çalkantı yani kısacası olay, kendi kültürünü doğurduğu gibi, kendi yıldız veya yıldızlarını da doğurur…
İyi de Gezi Olayları Sırrı Süreyya Önder’i doğurdu demek, büyük haksızlık olur; zira o… Gezi Olayları’ndan çok önce kendi renk, tarzıyla TBMM ve dolayısıyla Türkiye Siyaset dünyasına çoktan arz-ı endam etmişti…
Daha önce Kanal 24’teki programları birer olaydı… sizleri temin ederim, yakından bilinen, Cumhuriyet gazetesi elinde, Cumhuriyet mitinglerine kırmızı-beyaz eşarplarla giden, laikçi bildik hanımefendiler (…) Başkası söylediğinde çok sinirlendiğim sözleri Sırrı Süreyya dediği zaman, ay dayanamıyorum, çok tehlikeli bir sempatik bir adam diyorlardı, iyi mi?
Pekiyi ya ondan önce?
Çekmiş olduğu Beynelmilel filmiyle, Sinan Çetin’in Propaganda filmiyle yaşattığı gibi, Sırrı Süreyya da izleyicilere tehlikeli anlar yaşatmıştı…
Zira güldürmek bir maharettir, ağlatmak da bir maharettir ama aynı zamanda yani aynı anda hem güldürmeyi hem de ağlatmayı başarabilmek, bazen hayati risk taşıtabilir insanlara…
Çağan Irmak’ın Babalar ve Oğullar filmine, yirmi beş yıl sürgün yaşadıktan sonra Diyar-ı Frengistanlarda; havaalanından eve gelince, derhal kâğıt mendil almış ve gitmiştim…
İlk dakikalarda, bütün salon birbirimizi kolluyorduk sanki salonda…
Bir, iki, üç derken içimizden haydi bre demiş, gönül rahatlığıyla, zangır-zangır ağlamıştık…
Oh be dünya varmış, adam gibi ağlamış, rahatlamıştık işte…
Her zaman öyle olmuyordu; bazen ev - dost ortamı filan derken, serde şark erkeklik anlayışı var, ağlamayacaksın; ağlamanı zapt etmek mecburiyetinde kalacağın ortamlar olabiliyordu…
Ama bir de dediğim gibi hem gülme ve hem de ağlama halet-i ruhiye içinde olmak ve bunu gönül rahatlığıyla yaşayamamak, kendini zapt etmek, insanın kalbi için yorucu…
İnsanın nefesi tıkanabilir, kalbi durabilir…
İşte Sinan Çetin’in Propagandası’nda olduğu gibi, Sırrı Süreyya’nın Beynelmilel’i de tam bu türden filmlerdi…
26.10.2013 tarihli Radikal Kitap’ta Sırrı Süreyya’nın söyleşisindeki satırları okur musunuz?
‘(…) M. Kagan’ın Estetik adlı kitabı (cezaevinde) sakıncasız bulunmuştu… Onu okudum ve dünyam bir kere daha değişti. Artık bir sanat eserine nasıl bakılır, okunur ve değerlendirilir üzerine ilk defa bir fikrim olmuştu... Bu bütün koğuşa yayılınca da hepimiz sanat eleştirmeni kesilmiştik. Allahtan bir müddet sonra bu fırtına dindi de sanat elimizden kurtuldu!’
Sanatçı, siyasetçi gibi toplumun göz önünde olan bir insan, bu kadar rahat kendisiyle veya ait geldiği bir ortamla böyle dalga geçebiliyorsa, kompleksi olmayan insandır, demektir…
Kompleksi olmayan bir insan da yaratıcı olur, yarattığından maraz çıkmaz, çünkü içindeki marazları zaten öz mekanizmasıyla temizleyebilmiştir demektir… Kendisiyle barışıktır…
Kendisiyle bu denli barışık insan da, Edirne’den Kars’a, Trabzon’dan Hakkâri, Yozgat’tan İzmir ve İstanbul’a, hangi kurt hangi kuzuya hişt demişse, kendi üzerine alır. Almakla da kalmaz tavır koyar. Koymakla da kalmaz, kalkar hesap sorar. Hesap sordum mu, sordum deyip ellerini yıkamaz… Ve mağdur olanın tatmin olduğu zamana kadar mücadele eder...
12 yaşımda akranlarım denize giderken-sefil edebiyatı yapacak değilim, ben de girerdim ama aynı zamanda da-Büyükada’da Vapur İskelesi’nden çıkınca, bugün Madam Rebeka’nın Prinkipo dondurmacısın yerindeki dükkânında Kemalettin Tuğcu ve (tezgâh altından) Aziz Nesin kitapları satardım… Aynı zamanda da, fotoğrafçı olan patronuma yardım ederdim…
Bugün ise hasbelkader yazarlık-gazetecilik yapıyor, fırsat buldukça sinemayla bulaşıyorum, ne tesadüf (değil) değil mi?
İsmail Dümbüllü’nün güldürü ustası kavuğu, nesilden nesil’e devir ediliyor; Aziz Nesin’in de kalemini diyelim, Önder’e sembolik devir edilebilirdi mesela, diye düşünüyorum …
Kemalettin Tuğcu’nun o sırılsıklam ezilmiş insanların gerçekliliğin üstüne (tesadüfler sayesinde kurtuluşu bulmak yerine) mücadeleyi oturtmuştur Sırrı Süreyya; Aziz Nesin, müthiş bir nabız tutanı – gözlemcisi olmuştur Türkiye halkının. Ama aynı zamanda da, Cumhuriyet’in kuruluş felsefesinin ilham aldığı İttihatçı zihniyetin – dikkat zamanın çoğu insanları, babalarımız, amcalarımız, dayılarımız gibi – etkisindeydi ister istemez; Önder ise, dönemin getirdiği avantajlar sayesinde daha bir sıyrılmıştır hatta… neyse, bu zihniyetten!
Türkiye, ulusal çaptan bahsediyorum, siyaset tarihi sadece bir tek şair Başbakan gördü…
Joseph Rudyard Kipling tercüme etmiş, Tagore felsefesini incelemiş hatta hayran kaldığını söylemiş ve bir de Henry Kissinger’ın verdiği Sanskritçe kurslarına katılmış Ecevit’i tanıdı Türkiye’m; insanların İngilizcesi Ahmet, what is your name Ahmet (!?) seviyesindeyken sular seller gibi İngilizcesiyle hepimizin göğsünü kabartmıştı rahmetli…
Ama aynı Ecevit, son yıllarında, Diyarbakır’da yaptığı konuşmada PKK terör örgütüne, silahı bıraktırıp siyasete sokmak istiyorlar, bu oyuna (!?) gelmeyecek, izin vermeyeceğiz arkadaşlar gibi, parlak fikirler beyan edebilmişti…
Şairliği, Kipling’ciliği, Tagore’culuğu, Sanskritçe hevesi, Diyarbakır’da çark etmişti...
Kısaca, Sırrı Süreyya Önder’in, Türkiye’min hiç görmediği kadar zengin renklerle dolu bir profili var; siyaset dünyamızın bunca solmuş ortamında, sadece onun kadar renkli biri değil, insana renk de katan, zenginleştiren, nefes aldırtan bir siyasetçiye acil ihtiyaç var!