Değerli üstadım, dostum, sevgili Ahmet İnsel, Türkçe, İngilizce ve Fransızca yayın yapan Repair yani Kurtlar Sofrası anlamında ‘Yırtıcı hayvan-haydut-ini’ adlı uluslararası sorunları irdeleyen sanal sitede Türkiye-Ermenistan-AB ilişkilerini özetleyen bir analiz yazmış.
Dikkatlice okudum…
Bir kez daha okudum…
Ve…
İlgiyle okumaya başladığım yazıyı, bir baktım, durmadan notlar alarak bitirmişim…
Baktım olmayacak, adeta farz oldu ve işte bu yazım doğmuş oldu…
1994-2005 yıllarında akredite gazeteci ve halk diplomatı olarak Paris ve Strasbourg’da, CRDA yani Ermeni Diyasporası üstüne Araştırmalar Merkezi’nin (Yayıncı, insan hakları savunucusu Ragıp Zarakolu ve Jean Claude Kebapçıyan ile) etkinliklerimizde; Fransızca, Türkçe, Ermenice yazdığım haberlerimde, ağzımda ve elimde tüy bitmişti…
18 Haziran 1987’de, Avrupa Parlamentosu’nun Ermeni Soykırımı’nı tanıma kararının, Türkiye’ye tanımazsan AB’ye giremezsin anlamında hiç bağlayıcı olmayan; ama Fransa / AB ülkelerinde yükselen Türkiye karşıtı tansiyonu yatıştırmak ve diğer yandan Türkiye’ye de resmen ciddi bir şey yok ama renk verme babında bir karar (!) olduğunu söylüyorduk…
Türkiye Dışişleri, böyle olduğunu bile-bile, Türkiye Basını’nda - hele malûm gazete - Ermeni karşıtı bir ortam yaratan, duygular aşılayan, yalan haberlerle Yapmadığımız bir suçu zorla kabul etmemizi istiyorlar manşetlerine Durun, yok böyle bir şey itirazında bulunmuyordu..
Çünkü 1987’lerin, 90’ların Türkiye’si, içerde Kürt sorununu güvenlikçi anlayışla çözmekle uğraşırken; ortak bir düşman yaratıp, onun karşısında tek vücut olma ihtiyacını taşıyordu; dikkatler işte ortak (Ermeni) düşman sayesinde böyle dağıtılabilirdi
TV ekranları, radyo frekansları, milyonlarca, yüz binlerce tiraj basan gazeteler resmen yalan söylüyorlardı. Cumhurbaşkanı François Mitterand’ın Türkiye ile ilişkilerden sorumlu özel danışmanı Etienne Manach bile Ankara’ya gelip Yahu delirdiniz mi, hala anlamadınız mı, bu sırf göz boyama kararı, hiç ama hiçbir kanuni bağlayıcılığı yok anlamında, diplomatik dille tabi, açıklamalarda bulunmaya mecbur kalıyordu.
Ona Ankara’da sırıtarak Teşrif etmekle zahmet etmişsiniz Mösyö, neyin ne olduğunu biz iyi biliyoruz diyordu. Ama Mösyö de İyi de ta Paris’e kadar yankıları gelen bu hezeyan da ne oluyor o zaman diye soruyordu şaşkınlıkla… Ankara yine o pişkin sırıtmayla Mösyö ülkemizde basın özgürlüğü var, isteyen istediğini yazar, karışamayız diyordu, iyi mi?
2013’te, neyin ne olduğunun yazılması iyi tabi… Gerçi, yazının Radikal’de yayınlanmasını isterdik… Repair’in, herkesin okuduğu bir organ olmadığını biliyoruz zira… Ama…
Türkiye – Ermenistan Protokolünün neden ölü doğduğuna dair yazdıklarına gelince…
‘(…) 2009’da Türkiye-Ermenistan diplomatik temsilcilerinin imzaladıkları protokoller, öngörüldüğü gibi her iki ülke parlamentolarının onayına sunulacaktı. Ama her ikisi (!) de bunu yapmadı. Protokoller ölü doğdu. Nedeni ise, Ermenistan Anayasa Mahkemesi,
protokolleri 1915’i soykırım olarak adlandıran bir atıfta bulunması olduğu kadar; belki de ondan çok fazla, Azerbaycan’ın Türkiye hükümetine uyguladığı baskı, şantaj politikası sayılabilir’ diye yazmış İnsel…
Gerçi, sonda asıl meselenin Azerbaycan’ın Türkiye’ye uyguladığı baskı, şantaj - kesesini bolca açarak-politikalarından bahsetmiş; ama daha önce sarf ettiği Bunun (protokolün ölü doğmasının) nedeninin, Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin, protokolleri 1915’i soykırım olarak adlandıran bir atıfta bulunması cümlesi, gerçeği hiç yansıtmıyor…
Kısa yoldan gidiyoruz…
Mızıkçılığı maalesef Türkiye tarafı yaptı… Hiç gevelemeyelim, kusura bakmasınlar…
Türkiye ve Ermenistan tarafları, her iki tarafın tabu-kırmızı çizgi olan konularda protokolde atıfta bulunmayacakları konusunda anlaşmışlardı. Ermenistan 1915 Büyük Felâketi’nin soykırım olarak anıp protokolde atıfta bulunmayacaktı; Türkiye de Karabağ konusunu…
20. Yy’ın - türündeki ilk - Büyük Felâketi’ne mazhar olan ulusun devleti olarak, Ermenistan Cumhuriyeti için, zor olduğunu söylemeye gerek yok; buna rağmen, Ermeni Diyasporası tarafından hain gibi yaftalara maruz kalmayı göze alarak, sırf özlenen bir barış uğruna, Hillary Clinton’un çabalarını yadsımayalım, bunu kabul etmesi müthiş bir şeydi.
Zaten Ermenistan’ın bunu kabul edemeyeceğini düşünen Türkiye Dışişleri, tıpkı Kıbrıs’taki Annan Planı referandumunda Rumların düştüğü duruma düştü ve Ermenistan şartı kabul edince apışıp kaldı ve yapacak bir şey kalmayınca kendisi de Dağlık Karabağ sorununa atıfta bulunmama şartını kabul etti ve protokolü imzaladı.
Yani, Ermenistan kerhen ama bunca yıl süren tıkanıklığı açma umudu adına imzayı atmıştı; Türkiye ise blöfünü yapamadığı, kartını Ermenistan gördüğü için, o da mecburen imzaladı…
Hal böyle olunca, her iki ülke parlamentosunda oylamaya hazır gidilmemişken; Türkiye, işi mızıkçılığa vurdu ve protokolde atıfta bulunmama sözü vermiş olmasına rağmen, kalktı Soydaşlarımız Dağlık Karabağ’da daha hala sorunlarını çözmeden böyle bir protokol imzalamayız diye beyanlar verdi ve bu iş yattı…
İşte ancak o zaman yani Türkiye ile Protokol imzalama uğruna, kimsenin cesaret edemeyeceği bir adımı atan Ermenistan, bu cesaretinin boşuna olduğu izleniminden kurtulması için tabii ki bir harekette bulunacaktı ve işte o söz konusu protokolü 1915’i soykırım olarak adlandıran bir belgeye atfen bir onaylama kararı alması gündeme geldi…
Siyasi ahlakımız, hafızamızın bize ihanet etmesi yüzünden, bozulmasın, lütfen, sakın!