Geçen yıl, Polonya’nın, dünya sinemasına armağan etiği büyük usta Andrei Wajda’ya, Altın Kayısı Festivali olarak ender insanlara verilen Büyük Paracanov Ödülü verilecekti ancak büyük usta rahatsızlığından dolayı gelememişti…
Wajda, 90 yaşını aşkın, vefat edince, ödülü Polonya’nın Yerevan Büyükelçisi ve onun hanım yapımcısına post mortem, verildi ve son filmi After image’ı izledik… Müthişti!
Vatslav Sdşemişnsgi, Polonya’da, resimde dünya çapında çığır açmış, ülkenin medar-ı iftiharlarından, saygın, bir sanatçıdır… Akademi’de kürsüye sahip, devlet galerisinde, sergilenen eserleri ülkeyi ziyarete gelen turistlerin uğrak yeri, sırf eserlerini görmek için ülkeye gelenler var, kendi (gençlik için yaptığı fresklerden oluşan) eserlerinin sergilendiği, avant gadre cafési; öğrenciler arasında, sıra dışı, zevkli ama öğretici, verdiği efsane dersleri konuşulmakta. Öğrenciler kendisine âşık olmakta… Bir ayağı, bir kolu olmamasına rağmen, böyle bir sanatçı olabilmiş olması, kendisine olan hayranlığı daha da arttırmaktadır…
Stalin dönemi yaklaşıyor, denetimsiz eleştiri, konuşma, söylemleri, kendisini seven -sayan devlet idarecilerini zor duruma sokuyor… Diline hâkim olması, eleştiri dozunu indirmesini, utana- sıkıla ama adeta yalvararak istirham ediyorlar … Dinlemiyor tabii…
Ta ki, bir gün geniş ev-stüdyosunda çalışırken, gün ışığı birden kıpkırmızı olur. Şaşırır, bir bakar ki, binanın çatı katından aşağıya, kırmızı bir Stalin portresi yerleştiriliyor. Kalkar ve kızgınlıkla koltuk değneğinin ucuyla, penceresinden, bez parçasını yırtar ve… olanlar olur.
Koca bir deha, kademe-kademe devletçe gözden düşürülür. Akademi’deki işinden olur, Ressamlar Birliği’nden üyeliği silinir, adına açılmış gençlik café’sinin duvarlarından, kendi freskleri hunharca kırılır, öğrencilerinin dayanışma amacıyla, kendi eserlerinden oluşan açtıkları sergi devletin çapulcuları tarafından saldırıya uğrar, değerli eserleri parçalanır.
Sonunda, bir kuru ekmek bulamayacak halde, yolda, açlıktan takatsiz, düşer ve ölür…
2016 yılında bitirilmiş film, 98 dk sürüyor. Mikhal Gveçinsgi’nin yapımcılığını yaptığı filmin senaryosunu, Ancey Mulyarçig, kameramanlığını, Bavel Edelman, sanat düzenini, Mareg Varşevsgi, müziğini, Ancey Banufnig, ses düzenini ise Maria Khilarestga başta, bir ekip üstlenmiş. Montaj için ise Grajina Graton’un ellerinden öpülmüş.
Oyuncu kadrosu ise, söylenecek bir şey zor olacak kadar müthiş. Boguslav Linda, Aleksandra Yusta, Bronislava Camakhovsga ve diğerleri tek kelimeyle alkışa değer.
****
Ve nihayet, sevgili Zeki Demirkubuz ile birlikteyiz…
İstanbul’un varoşlarında yaşayan hani o küçük-sıradan insanlar dediğimiz ama aslında ellerinden öpülesi insanların evine giriyoruz. Öyle ucuzca ezilen insanlarımız muhabbetine dalmayıp, ezileni /ezeniyle, aslında insanların aynı toplumun ürünü olduklarını hatırlatan, iktidarlarda görüldüklerinde kızılan birçok çiğliğin, o ezilen insanlar dediğimiz kesimde de, aslında bal gibi de olduğunu, bir güzel gösteren bir film…
Bunu derken, asla sınıfsal mücadelenin önemini yok saymadan tabii…
Sadece, sınıfsal mücadeleden söz ederken, tarafların zaaflarını tüm yönleriyle, yüreklilikle, artık cesaretle konuşulması gerektiğinin çanlarını çalarak…
Şair’in Akrep Gibisi’ni boşuna yazmamış olduğunun bilinciyle…
Onlarca yıl devleti değiştireceğiz diye çabalar hatta onca kurban-şehit verirken; aslında o devletin söz konusu toplumun tezahürü olduğunu fısıldayan bir film.
Toplumun ezeli çoğunluğunun, kararlı şekilde bir şeyin renginin kırmızı olduğunu söylediği takdirde, hiçbir devletin hayır değildir deme lüksüne sahip olmadığını, gösteren bir film. Dolayısıyla, devletten ziyade asıl toplum üzerinde çalışılması gerektiğini, hatırlatan bir film bence…
Kısacası, adeta başucu kitabımız yapmamız gerektiğini, hasbelkader sesli düşündüğüm, Platon’u ve hele ‘devlet’ini, tekrar ama şöyle-böyle değil, tekrar-tekrar okumamız gerektiğini, bilinçaltından sunan bir film…
Huyum kurusun, bana adlandırıldığı gibi detaycı olmamdan mütevellit, bazı rahatsızlıklarım vardı filmin bitiminde, Türkiye ve dünyada, görüşlerine çok güvendiğim bir meslektaşa açtım içimi… Ama derdimi anlatamadım… Ama sevgili Zeki Demirkubuz ile tanışınca, serde patavatsızlık da var ya, açtım içimi kendisine…
Mesela çok basit, anlaşılmıştı…
Aslında 144 dk olan film, 115’e indirgenmiş ve bu sürümü Yerevan’a yollanmıştı…
Bence, sağın sola kulak asmadan, aslanlar gibi ilk sürümüyle gösterilse daha iyi olacak…
Yapımcılığını, Başak Emre, Ahmet Boyacıoğlu ve ayrıca Mustafa Dok (Bredok Film) üstlenmişler; senaryoyu da Zeki Demirkubuz yazmış, kameramanlık Mercan Mert’e güvenilmiş, ses, Gürkan Özkaya ve montaj yine Zeki Demirkubuz’un ellerinden öpmüş…
Hani rollerinin hakkını vermişler diyebileceğimiz oyun kadrosu ise Aslıhan Gürbüz, Caner Cindoruk, Taner Birsel, İştar Göksen, Çağlar Çorumlu, Dolunay Soysert’ten oluşuyor.
Zeki Demirkubuz’dan ileride hayli konuşulacağını tahmin ediyorum…
Evet, zil çalmaya başladı, ışıklar sönüyor ve Tomas Fasulyacıyan’ın dediği gibi VE İŞTE PERDE kalkıyor…
Görüşmek üzere…