Uzun yıllar gerçek sol kanadın temsil edilmediği bir parlamento ile yönetildik. Nihayet, tam sol görüşün temsilcilerinin de yer aldığı bir meclis oluşmuşken, birdenbire, savaş ve erken veya tekrar seçim gündemiyle “geldiğimiz yere geri dönme” tehlikesiyle karşı karşıya kaldık.
Böyle zamanlarda hal ve gelecek kaygısı ağır basar, siyaset adeta esir alır insanı.
Tam da bu yüzden şimdi edebiyattan konuşmanın vaktidir derim.
Çünkü siyaset hayatın gerçeğidir ama edebiyat hayatın ta kendisidir.
İlginçtir, Türk edebiyatının da solu olmayan demokrasisi misali bir ayağı eksiktir mesela; yahut aksaktır diyelim. O aksayan ayak eleştiridir…
Bizde eserden evvel eser sahibini tenkite yönelik bir eleştiri yöntemi öne çıktığında şaşırmıyorum; herkesin kendi vesayetçisinin vesayetini alkışladığı, ona biat ettiği yerde, siyaset nasılsa hayata da dolayısıyla edebiyata da aynısı yansıyor.
Siyasetin değişmesi gerekliliği gibi elzem bir değişiklik oysa bu da. Edebî eserlere belli ölçülerde nesnel bakmayı başardığımızda siyasete de daha objektif yaklaşabileceğiz belki. Sempati, antipati kriterlerinden, önyargılardan bağımsız davranmaya alışacağız.
Ve edebiyat eleştirisini eser sahibinin siyasi görüşüne, kimliğine, kişiliğine duyduğumuz yakınlığı uzaklığı esas alarak yapmaktan kurtulacağız.
Eleştirmenlik kurumu yerini çoktandır kitap tanıtımına bırakmış görünüyor. İkisinin birbirinden apayrı alanlar olduğunu birçok genç okur bilmiyor bile.
Halbuki nasıl da ihtiyacımız var hakkıyla yapılmış edebî eleştirilere. Eleştirinin hakkını veren daha çok sayıda eleştirmene.
Bir edebiyat eleştirmeninden, edebiyatın ana malzemesi dil olduğu için, plastik sanatlar, müzik, sinema dallarından farklı olarak daha nüanslı, daha yetkin, daha içerikli bir kalem bekliyor…
O kalemlerde “düzlük” diye tarif etmeye çalıştığım bir sığlıkla, bir kifayetsizlikle karşılaşmak istemiyor insan.
Bilim insanları “neden” sorusunu sormazlar malum, “nasıl” sorusunun cevabını ararlar. Aksi çıkmaz bir sokağa sapmaktır. Allah’a inansın inanmasın, ateist, deist, mümin olsun değişmez, bilimle uğraşanların gerçeğe ulaşma yolunda başka seçenekleri yoktur.
Eleştirmen de bir eserin yaratıcısını yalnızca nasıl yazdığıyla değerlendirse; neyi yazdığı niçin yazdığı eleştirmenin öznel kriterleri çerçevesinde kalsa. Bihakkın metin belirleyici olsa…
Asli görevinin yargılamak değil eleştirmek olduğunu unutmasa, hâkime değil hakeme benzese ve yazarın incelediği eserindeki performansa göre gösterse kartlarını…
İş Bankası Yayınları’ndan çıkan Tolstoy mu Dostoyevski mi adlı çalışmasında edebiyat kuramcısı George Steiner “edebiyat eleştirisi bir sevgi borcundan doğmalıdır” diyor. Çağdaş eleştirinin “övmeye değil gömmeye geldiğini” söylüyor.
Yazarı sevip sevmemekten öte edebiyatı derinden sevmesi bir eleştirmenin, bütün ilgisi ve enerjisi ile yeni eserleri, yeni yazarları izlemesi, yenilikleri, ustalıkları gözden kaçırmaması kanatlandırır edebiyat küheylanını.
Eleştirinin edebiyat sevgisiyle ve sağlam bir birikim ve ehliyetle yapıldığını gören edebiyatçılar kendileri hakkındaki kritiklere saygı duyar ve eksiklerini yanlışlarını gidermeye çalışırlar.
İşte o zaman eleştirinin edebî bir tür olarak yerleşip kurumsallaşması mümkün olur sanıyorum.
Doğrusu öyle bir edebiyat iklimini de müthiş özlüyorum.
Eminim, mevcut birçok iyi yazarımızın çok daha nitelikli yapıtlar verdiğine, sıradan okuyucunun pek farkına varmayacağı edebî zaaflarını yendiğine şahit oluruz bu sayede.
Gelecek vadeden yeni yazarlar, söz ettiğim kalibrede eleştirmenlerin dikkatinden kaçmayacağı için kaybolup gitmezler.
Bütün edebiyatçılar yeni ufuklar keşfederek; güçlü ve zayıf yanlarını bilerek yönelirler yeni hedeflerine.
Meraklı okur daha kaliteli kitaplar okuma, onlara erişme, okuduklarından daha fazla zevk alma şansını bulur.
Edebiyat dünyası canlanıp renklenir. Bugün maalesef böyle bir manzara yok.
Elbette bu vasıfları haiz eleştirmenlere nitelikli edebiyatın hak ettiği ölçüde yer açmayan yazılı ve görsel medyanın da payı büyük bu görüntüde.
Çağımızın yükselen yıldızı plastik sanatlar. Onun etkisi midir bilemem, edebiyatta da yaratıcılıktan ziyade projeye prim veriliyor sanki artık. Edebiyat özünden uzaklaşıyor o zaman. “Ne” “nasılın” önüne geçiyor; yetersizliklerin, samimiyetsizliklerin üstünü örtüyor.
Orijinal olmak uğruna edebiyatın klasik unsurları tamamen göz ardı ediliyor.
Aşkı, ölümü, ayrılığı herkes yaşar ama herhangi bir insan başkalarının yaşadığı kendi başına geldiğinde bu durumu sıradan, klişe bir olay olarak algılamaz. İşte yazarın ustalığı da bazen en sıradan görüneni biricik yapmaktaki maharetinde ortaya çıkar.
Bir yazar ancak kendi dünya görüşünü, bildiğini, inandığını, yaşadığını, hissettiğini, hayal ettiğini aksettirirse sanatına karşı samimi olabilir.
O dünya görüşü eleştirmenin siyasi bakışına zıt diye eserleri değerlendirilirken edebî ölçütler tümüyle bir tarafa bırakılırsa, hatta yazar ve yapıtı hepten görmezden gelinirse bu samimiyetsizliğe teşvik sayılır .
Olur ki sesini duyurmak isteyen genç bir yazar iç sesini dinlemekten çok ondan bekleneni, eleştirmenlerin alkışlayacağını düşündüğünü yazarak en baştan sahteliğiyle sakatlar edebiyatını.
Edebiyat dünyadan ayrı bir dünya, edebiyatçılar hayatın dışında varlıklar olmadığına göre edebî eserlere, onları her şeyden soyutlayıp yaklaşamayız, doğaldır.
Eleştirmenlerin de bir yazarı, bir eseri sevip sevmeme haklarını ellerinden alamayız.
Ama hiç değilse hayatın “kendisini” içinde taşıdığı “gerçek”lerden birine feda etmeyelim.