Kamyonet, bir demir yığını gibi ses çıkararak Doğu Karadeniz'in derinliklerine doğru ilerliyor. Bu coğrafyayı aşabilmek her şoförün harcı değil. Direksiyondaki Mustafa Odabaşı, bir resim öğretmeni. Ordu'da doğmuş, babadan kalma 160 dönümlük fındık bahçelerinde tek bir hasat kaçırmamış. Bir el silah sesi duyuluyor. "Komşu, hasadını bitirdiğini ilan ediyor" diye açıklıyor. "Babam eşitlikçi, demokrat bir adamdı. Hukuk eğitimini yarıda bırakıp toprağına dönmüş. Biz dört kardeşe hep fındık bahçelerini bölmeden, satmadan devam etmemiz gerektiğini öğretti. Bu bölgede bunu çok az aile başarabilmiştir." Yükseldikçe kendini iyice hissettiren engebeli arazi fındık ağaçlarının üzerinden denize uzanıyor. Odabaşı, fındık çuvallarını harmana götürmek için her gün defalarca inip çıktığı bahçesinin manzarasına dönüp bakmıyor bile. "Belki biz bu fındığı toplayan son nesil olacağız. Oğluma kalsa büyük ihtimal araziyi satardı" deyip acı bir kahkaha atıyor; "Fındık eskisi gibi değil. Ne güldürüyor ne de öldürüyor, süründürüyor… Kanınızı emecek kadar yaşatıyor."
Karadeniz'deki fındık üretiminin arka planında bolca kan, ter, gözyaşı var. Fındığa en çok emek veren aynı zamanda ondan en az kazanan olabiliyor. Bölgedeki 700 bin hektar alanda 400 bin aile fındık üretimi için çalışıyor. Karadeniz insanının gururla yetiştirdiği fındık, aynı zamanda dünyanın da gıptayla baktığı bir ürün. Türkiye dünya fındık ihtiyacının yüzde 70'ini karşılıyor. Ülkenin en önemli tarımsal ihraç ürünlerinden biri. "Stratejik ürün" olarak adlandırılıyor. Ekonomik ömrünü tamamlayan, bölünen, satılan, bakımsız bırakılan bahçeler ve olumsuz doğal etkenlerle birlikte fındık piyasasının iniş ve çıkışları, fındığı üretici için meşakkatli bir ürün haline getiriyor. Tarımda birçok başka üründe olduğu gibi fındıkta da devletin desteği artık pek hissedilmiyor.
Gökyüzüne geçit vermeyen ağaçların altındaki uzun boylu adam 62 yaşındaki İsa Taş. 21 kişilik ailesini ve komşularından da beş kişiyi toplayarak Diyarbakır'ın Bağlar mahallesinden çalışmaya gelmiş. 12 yıldır fındık hasadına geliyor, ancak Odabaşı'lar ile ilk kez çalışıyor. Fındık hasadının bir hiyerarşisi var. İsa Taş bir "işçi çavuşu". Sabahları ekibi uyandırmak, yavaşladıklarında onları yeniden canlandırmak, çalışırken elinden bırakmadığı ağaç sopayla yüksek dalları indirmek, molanın başlama ve bitiş zamanlarını belirlemek onun görevi. Taş'ın eşi ise işçiler için ayrılan müştemilatta her gün 26 kişi için ekmek yapıyor ve yemek pişiriyor. İşçi çavuşu ve aşçının yanı sıra işinin ağırlığı nedeniyle çift yevmiye alan bir kişi daha var: çuvalcı Sedat Taş. Toplanan fındıkları çuvala dolduruyor ve kamyonete yükleyip harmana gönderiyor. İlk fındık toplamaya başladığında 13 yaşındaymış, bugün 24 yaşında. Düzenli bir işleri olmadığından Diyarbakır, Urfa, Mardin, Batman gibi Doğu ve Güneydoğu Anadolu'dan gelen mevsimlik tarım işçileri ailecek çalışıyor. Aralarında eğitim masraflarını karşılayabilmek için yazın çalışan üniversite öğrencileri de var, iflas eden patronlar da. Eskiden mevsimlik işçiler, beş ay boyunca pamuk işçiliği yaparlardı. Makineler onların yerini aldığından, artık başka işler de yapıyorlar; mart, nisan ve mayıs aylarında farklı bölgelere göç edip incirden narenciyeye, fındıktan şeker pancarına birçok ürün toplama ve çapalama işlerinde çalışıyorlar. Eylül, ekim ve kasım aylarında evlerine dönüyorlar. Kimileri içinse kışın da göç sürüyor; Akdeniz kıyılarına inşaatlarda çalışmaya gidiyorlar.
Valilik bu yıl fındık hasadı yevmiyesini 95 lira olarak belirlemiş. Ancak yaklaşık 26 günlük bir çalışmanın ardından, ulaşım ve erzak gibi masraflar da çıkınca, işçilerin elinde kalan asgari ücretten de az. "Bu para ne işe yarar?" Cevabı Diyarbakır'ın kışı kadar kısa: "odun, kömür, erzak." "Aslında bu, işçilerin dramı" diyor Mustafa Odabaşı. "Ben onların işini yapmaya kalkışsam bir seksen yere serilirdim. Ancak ne daha iyi bir yevmiye ne de daha iyi barınma şartları vadedebiliyorum. Durumun vahameti ortada. Eskiden bir kilo fındık satınca bir kilo et alınırdı, bugün dört kilo fındık satmak gerekiyor. Üç kilo fındık bir yevmiye iken artık 6-7 kilo fındık satarak bir yevmiye ödeyebiliyoruz. Fındıkla büyüdüğümüz, geliriyle okullarda okuduğumuz, düğünler yaptığımız günler hayal oldu." Odabaşı ailesi de, birçok çiftçi gibi hasada hazırlık ve işçi ödemeleri için tüccardan borç almak zorunda. Borcunu ödemek için de hasatta toplanacak fındığın tamamını başından, henüz fındık fiyatları belli olmadan tüccara satıyor. Hasadın sona erdiği, borçların ödenmesi gereken eylül ayına bu yüzden bölgede "erkek ayı" deniyor. "Türkiye'de Kral Çıplak, bunu herkesin söylemesi lazım" diye noktayı koymak istiyor ama devam etmekten kendini alamıyor; "Devletin zayıf tarım politikaları, yenemediğimiz feodal yapı, örgütlenme eksikliği, büyük şirketlerin tekeli… Fındığın kilosunu 20 lira olarak açıklarsın, o zaman işçi de üretici de insanca kazanabilir."
Fındık ekonomisi geçmişte bölgede halk hareketlerinin temeli olmuş. Ordu'nun Fatsa ilçesinin devrimci belediye başkanı, Türkiye solunun öncü isimlerinden Fikri Sönmez, nam-ı diğer Terzi Fikri, üreticilerin desteklediği ve güvendiği bir siyasi hareket geliştirmiş. Fatsa'yı halk komiteleriyle yönetmiş. 68′den sonra, Karadeniz bölgesindeki emekçilerin ve köylülerin örgütlenmesinde mücadele yürütmüş. 1978-79 yıllarında Ordu ve Giresun yörelerinde yapılan "Fındıkta Sömürüye Son" mitinglerini örgütleyen isimlerden biri olmuş. Bu mitinglerde meydanlarda söz alarak, halkı üretimdeki sömürüye karşı uyarmış, sorunlarına eğilmiş ve onları bilinçlendirmeye çalışmış. Bu sosyalizm ihtimali 1980 darbesiyle ortadan kalkmış olsa da, Terzi Fikri'nin mirası Ordu'da hâlâ zaman zaman kendini hissettiriyor.
Tüm sorunlara rağmen, Karadeniz'in kıyılarında, mütevazı dağ köylerinde yetiştirilen fındık hâlâ çiftçi aileler için hayati önem taşıyor. Düğünler fındığa endeksli. Beyaz eşya alışverişi fındık sonrasına bırakılıyor. İnşaatlar fındığa göre başlıyor. Gurbettekiler izinlerini fındık hasadına göre ayarlıyor. "Fındık veresiye" diye bir deyim var. Hasattan önce alışveriş yapılıp daha toplanmamış fındıkla borçlanılıyor. Eğitim dönemi başladığında fındık satılıyor. Kadınlar hâlâ kötü gün için bir köşeye fındık koyuyorlar. Doğru saklama koşullarında bozulmadan bekletilebilen bir ürün olduğundan, çiftçi ya da tüccar fındığını en iyi fiyata satabilmek için, bir hasattan diğerine, yıl boyunca piyasayı takip ediyor. Fındıkların arasında, piyasada en yüksek işlem gören ve dünyanın en kaliteli fındığı olarak nitelendirilen Giresun kalite fındık, ülkede Coğrafi İşaret Tescili'ne sahip. Ayrıca geçtiğimiz yıl da Avrupa Birliği'ne tescil başvurusu yapılmış.
"Petrol kadar değerlidir fındığım" diyen 65 yaşındaki Kazım Yaman, yağmur ve hırsıza karşı önlem almak için fındıklarını kurumaya bıraktığı harmanın yanı başındaki bir kulübede geceliyor. Giresun'un Bulancak ilçesinde, 100- 250 m arasındaki rakımı, yer yer yüzde 50'ye varan eğimiyle, bu 40 dönümlük bahçe, dededen ve babadan miras. Yaman bu yıl hasat işlerinin masraflarını azaltmak için fındıkları daldan toplamak yerine, yere düşmelerini beklemeye karar vermiş. Bahçenin hemen alt yamacında, Karadeniz'in puslu manzarasına nazır bir evde yaşıyor. Toprağı sahile yakın, verimi iyi. Oğulları Murat ve Mesut, başka işlerde çalışıyor, gün gelince toprağı ikiye bölüp üzerine birer ev yapmayı planlıyorlar. Kazım Bey, puslu dağların, bacaları tüten köy evlerinin, sebze fışkıran bahçesinin ve ineklerinin keyfine ancak büyük şehirlerde geçirdiği uzun yıllardan sonra varabilmiş. 1980 darbesiyle birlikte siyasal ve sendikal faaliyetlerinden dolayı 10 yıl cezaevinde yattıktan sonra köyüne ve baba toprağına dönmüş, o günden beri bir daha buradan ayrılmamış. Şimdi lakabı "Komünist Kazım".
Bulancak'ın sokaklarında, elinde eski yüzlü siyah deri çantası otogardan fındık bahçelerine, hastaneden postaneye koşturan biri varsa bu büyük olasılıkla Yaşar Kelekçi'dir. Urfalı Kelekçi 24 yıldır bölgede "dayıbaşı"lık yapıyor. O olmadan çiftçi ile işçinin bir araya gelmesi kolay değil. "Dayıbaşı" görevi birbirini tanımayan işçi ile çiftçi arasında bir tür güvence yaratır. İşçi, binlerce km mesafeden gelip açıkta kalmayacağını ve hasat bitince parasını alacağını, çiftçi ise işçinin layıkıyla çalışacağını bilmek ister. Kelekçi telefonuna adeta yapışık yaşar ve hep acelesi vardır. Getirdiği yüzlerce işçinin isimlerini ve çalıştıkları yerleri not ettiği uzun listeyi çantasında taşır. İşçi grubunu organize eder, yolculuk edilecek minibüsü ayarlar, onları çalışma yerine getirir, bahçede çiftçiyle tanıştırır. Kelekçi'nin aracılık belgesi var ama buna rağmen dayıbaşılığın tam nasıl işlediğini anlamak kolay değil; "Üreticinin ödemesi üzerinden yüzde yedi alırım, ama çoğunlukla yüzde üç de fire veririm. Çiftçiden ödeme alamadığım zamanlar da olur, ama borç alma pahasına da olsa işçinin parasını öderim." Kelekçi, dayıbaşı profilinin biraz dışına çıkarak hasat bitene dek iki taraftan da sorumlu olmayı sürdürüyor. İşçi ile çiftçi arasındaki anlaşmazlıklar, işçilerin yerleşme sorunları, üniversite öğrencisi işçilerin ihtiyacı olan avanslar, rahatsızlandıklarında hastaneye ya da memlekete gönderilmeleri, gelen erzakların işçiye ulaştırılması ile bizzat ilgileniyor. "Aslında rehabilitasyon merkezi gibiyimdir" diye şaka yapıyor. "Doğu ve Güneydoğu Anadolu işçisinin hiç alışık olmadığı bu arazi, iklim ve bir de kültür çatışması bir araya gelince iki taraf da 'Yaşar yetiş!' der."
Kazım Yaman, 2008 yılında valiliğin Ordu'ya gelen Kürt işçileri "güvenlik" gerekçesiyle kente sokmadığını hatırlıyor. "Bir dönem Doğu'dan işçi alıyorum diye beni tehdit edenler oldu. O kadar tepem attı ki hasat bitene dek bahçede Kürtçe müzik çaldım. Uzun yıllar buralılar, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'dan gelenleri insan yerine koymadılar. Kimisi fındığını toplattı, ama arkasından küfretti. 'Kürt'e iş vereceğime Gürcü'ye veririm' diyenler oldu. Levhaya açık açık yazan oldu: 'Buraya Kürtler giremez' diye… Her hasatta, işçilerimin kimliklerini toplayıp muhtara bildirmemi isterler. Neden? TC vatandaşı istediği yere gidemez mi?" Bu hasadın çuvalcısı da dayıbaşı Yaşar Kelekçi'nin kardeşi Mehmet Kelekçi. Gün boyu fındık dolu 35-40 kiloluk çuvalları dik yamaçlardan sırtında taşıyarak harmana indiriyor. "Urfa'nın sıcağından iyidir" diyor ve hemen ekliyor: "Hayat iyi olsa bu çuval çekilir mi? İş olsa kendi memleketimize gider orada çalışırdık. O kadar mesafeyi kat ediyoruz, sonunda elimizde neden bu kadar az para kalıyor? Masrafları çıkarınca, yevmiyeden geriye ancak 50 lira kalıyor. İşçiler nasıl geçiniyor, bunu kimse çözemiyor."
Yaman'ın bahçesinde çalışan anne ve çocuklar dahil altı kişilik aileyi dayıbaşı Kelekçi Urfa'dan getirmiş. Kelekçi, "Burası iş aradığımız üçüncü bahçe" diye isyan ediyor. "İlk yerde 8 ve 11 yaşında iki çocuk var diye istemediler. Aile ne yapsın, çocukları sokağa mı atsın? Valilik '15 yaş üstü çocuklar gelebilir' diyor, zaten daha küçük çocuklar yevmiyesini çıkartamaz. Bahçe sahibi küçük çocukları istemez, valilik yasakladığı ya da vicdanları rahatsız olduğu için değil; az fındık topladıkları ve en önemlisi iş esnasında fındık yedikleri için!" Kazım Yaman da bu kısır döngüden dert yanıyor; "Çocuk işçi çalıştırmayacağımı ısrarla söylediğim halde aileler buna kulak asmıyor. Baba önce çocukların sadece yerden fındık toplayacağını söylüyor, ama sonra bakıyorum gizli gizli onlara ağır çuvallar taşıtıyor. İtiraz ettiğimde ise 'alışsın' diyor. Çocukları çalıştırmasın diye ısrar edince de hasat işinin ortasında tüm aile işi bırakmaya kalkışıyor. Ta Urfa'dan gelmişler, onlar için her çocuk bir yevmiye demek. Oysa çocuğun oyun oynaması lazım. Kıramıyoruz bu zinciri, bir iki kişinin çabasıyla olmuyor. Aileler vazgeçmiyor, çiftçiler kanıksıyor, devlet kontrol etmiyor… Bir taraftan da Karadeniz dağlarındaki bahçelerin kontrol edilmesi imkansız. Zaten neden bahçemde bir jandarma olsun? Bu çıkmaz ancak toplumsal normların evrilmesi, devletin meseleye dahil olması ve bahçe sahibinin bilinciyle çözülebilir."
Yeni gelen aile -anne, iki yetişkin kız, bir erkek ve iki küçük çocuk- evin avlusundaki serendere yerleşmeye çalışıyor. Dört direk üzerine oturtulmuş, yerden yüksek, ambar tarzındaki bir tür ahşap kulübe bu. Elektriği, suyu yok. Bahçe sahibi, bu barınağın yetersiz olduğunu itiraf ediyor ama işçilere sağlayabildiği tek konaklama imkanı bu. Anne Ayşe, fındıklı çikolatanın bahsi geçince suratını buruşturuyor. "Ben sevmiyorum, çocuklar için alıyorum"diyor. "Çektiğim rezilliği düşününce yemiyorum." Sonra kendi sözüne kendi de gülüyor.
Türkiye'nin fındığı, uzun yıllardır büyük uluslararası şekerleme ve çikolata markaları için vazgeçilmez bir kaynak ve hammadde. En büyük alıcısı İtalyan çikolata devi Ferrero, dünyaca ünlü kakaolu fındık kreması Nutella'nın ve Kinder çikolatalarının üreticisi. 2014 yılında Ferrero, Türkiye'nin en büyük fındık ihracatçısı ve piyasanın en büyük firması Oltan Gıda'yı satın almıştı. Türkiye'deki bazı kesimler fındık alımında Ferrero'nun pazar payının bu denli yüksek olmasından rahatsızlık duyuyor belki ama zaman zaman Türkiye'den yapılan fındık ithalatının hacmine karşı İtalya'dan da itirazlar yükseliyor. Mesela, bugünlerde medyada, İtalya'nın eski içişleri bakanı ve sağcı Lig Partisi'nin lideri Matteo Salvini'nin, ithal malı Türk fındığı ile yapıldığını öğrendiği Nutella'nın artık hayranı olmaktan vazgeçtiğini ilan etmesi yer alıyor. Bu açıklamanın bazı şakacı paylaşımlara yol açması şaşırtıcı değil çünkü Salvini sosyal medyadaki kişisel hesaplarında sık sık Nutella sürülmüş ekmek dilimlerini iştahla ısırırken çekilmiş fotoğraflarını paylaşıyor ve bunun pizza veya İtalyan makarnası yemek gibi yurtseverliğe işaret ettiğini ima ediyordu.
Ferrero, toplumsal sorumluluğunu yerine getirdiğini vurgulamak amacıyla, satın alma dışında, fındık üretimi üzerine programlar gerçekleştiriyor. 2012'den beri, Karadeniz bölgesinde Değerli Tarım Uygulamaları Programı adıyla, çiftçiyi bilimsel yöntemlerle tanıştırmak amacıyla örnek bahçeler geliştiriyor ve eğitimler düzenliyor. Sosyal iyileştirme hedefini ise şöyle tanımlıyor: "Çocuk ve genç işçiliği, kanunlara uygun çalışma ve yaşama koşulları, sağlık ve güvenlik, adil ücretlendirme ve eşitlikle, atık yönetimi gibi konularda üreticileri ve işçileri bilgilendirmek ve bilinçlendirmek." Bu sosyal sorumluluk projelerine rağmen Ferrero her zaman mercek altında. Özellikle çocuk emeğinin kullanılmasının önlenmesi önemli bir amaç. Tüketiciler, satın aldıkları ürünlerin etik koşullar altında yetiştirilmesi ve toplanması için her geçen gün daha fazla baskı yapıyor ve Ferrero'dan bir söz bekliyorlar. Ferrero, 2020 için bu sözü vermeye hazır olduğunu öne sürüyor ve ürünlerinde kullandığı fındığın tüketicinin beklentisini karşılayacak şartlarda üretildiği konusunda yüzde yüz hesap verebilecek durumda olacağını iddia ediyor. Ancak yerel koşulları yakından bilenler için bu konu belirsizliğini ve hassasiyetini koruyor. Karadeniz gibi geniş bir bölgede, büyük miktarlarda fındık alımında bu sözün hakkıyla yerine getirilmesi ne kadar mümkün? Özellikle geçmişten miras kalan, aşılması kolay olmayan toplumsal süreçler, alışkanlıklar, gelir ve güvence eksikliği, verilen bu sözlerin tutulmasını zorlaştırıyor.
Ailelerin çocuklarını bahçelerde çalıştırmaları bazı kesimlerde hane refah seviyesinin ne denli düşük kaldığını gösteriyor. Öte yandan, fındık hasadı Türkiye'de çocuk işçilere en ağır koşulları dayatan en aşağılayıcı iş de değil. Çocukların daha tehlikeli işlerde ve olumsuz şartlarda çalıştırıldığı oluyor, başka yerlerde başka türlü de istismar ediliyorlar. Buna rağmen çocuklara farklı alternatifler hazırlayarak durumu iyileştirmeye çalışan yerel çabalar da var. Fındıkta çocuk işçiliğinin önüne geçebilmek için Ordu'nun Gülyalı Belediyesi bu yıl ilk kez HABİTAT Derneği ile birlikte Bir Avuç Bilim projesini gerçekleştirdi. Türkiye'nin en genç belediye başkanlarından Ulaş Tepe'nin önayak olduğu uygulamada, Gülyalı'nın Kestane Mahallesi'nde onarılıp yeniden hayata geçirilen eski okulda, hem mevsimlik işçi ailelerine barınma sağlandı hem de fındık toplamaya gelen ailelerin 7-14 yaşlarındaki çocuklarına bilgisayar eğitimi verildi. Okulun kapısına, "köyümüzde çocuk işçiliği ile mücadele edilmektedir" afişleri asıldı.
Yağmur çiselemeye başlıyor ancak bu durum Kazım Yaman'ı endişelendirmiyor. Hemen gidip harmanda kurumaya bırakılan fındıkların üzerini örtüyor. Temiz havayı içine çekerek konuşuyor: "Toprak yalan söylemez; fidanı dikersin, mahsul alırsın. Ben kendi halinde bir üreticiyim. Fındıklarım kimin midesinde sonlanır bilemem ama piyasayı öngörebilme şansı olan büyüklerin ufakları yuttuğunu biliyorum. Belki ben çok yakında kendi toprağımda maraba olacağım ama bu fındık ağaçları bu topraklarda büyümeye devam edecek."