1970'lerin sonunda yasal olan bir sosyalist parti bünyesinde yer alan Yahudi bir kadın, içinde bulunduğu ortamda sorun olmamasına karşın yine de verili kimliğini görünmez kılmak gayretiyle ismini Türkçeleştirir. 1967 yılında, Azeri şarkıcı Zaliha'nın ünlü kıldığı, söz ve müziği Rashid Behbudov'a ait, Azmi isimli bir dağ eşkiyasının göçebe bir Türk obasında rastlayıp aşık olduğu kız için yazdığı rivayet edilen türküden esinlenerek kendine "Reyhan" adını uygun görür. Artık o "dağlar kızı Reyhan"dır. Kaldı ki bu ad kendi adını da fonetik olarak çağrıştırmaktadır. Kadının gerçek adını bilen partili bir arkadaşı buna şiddetle karşı çıkar. O ana kadar dinsel ve etnik kimliğin görünürlüğü veya yok sayılması üzerine kafa yormamış, sadece savunma mekanizmasının otomatik dürtüsüyle davranmış kadın, Türkiyeli Yahudiler'in isimlerini değiştirme güdüsünü ilk kez sorgular, kendi ismini kullanmaya geri döner. Reyhan yeniden bir şarkıya ve hoş kokulu bir bitkiye dönüşür.
Türkiyeli Yahudiler'e, aidiyet ile aidiyetsizlik duygularını bir arada yaşatan, nüfus cüzdanlarının hanesine kazınmış bu çelişki, aslında bir azınlığın kolektif hafızasının da izlerini taşıyor. Raşel Meseri'nin yaşadığı bu gençlik deneyimi, Aylin Kuryel ile birlikte derledikleri Türkiye'de Yahudi Olmak adlı kitapta, 71 kişinin anlatısı arasında yer alıyor. Yazarların, "kimisi için nüfus cüzdanının üzerindeki birkaç harften ibaretken bir başkası için sonsuz bir sürgün anlamına gelebiliyor…" diye tanımladıkları "Yahudi olmak" olgusu üzerine derinleşen kitap, bir tür azınlık olma deneyim sözlüğü.
"Vatandaş Türkçe Konuş", Trakya olayları, 6-7 Eylül ve Varlık Vergisi gibi travmatik toplumsal dönemeçleri deneyimlemiş bir azınlığın bu psikolojiyi üzerinden nasıl kolay kolay atamadığının kanıtları, kitapta kanlı canlı karşımıza çıkıyor. Deneyimlerini paylaşan isimlere toplu halde yer verilmiş olsa da anlatıların anonim kalmasına dair yapılan tercih, Türkiye'de Yahudi olmanın ne anlama geldiği hakkında yeterli ipucu vermekle birlikte, şaşırtmıyor da.
"Baskının olduğu ortamlarda bu şahane bir formüldür" diyor Raşel Meseri. Hem söyleyeceksin hem de anonim kalacaksın. Sanırım kitabın bu formu buna imkan tanıdı." Aylin Kuryel'e göre ise yaşantıların bir araya gelmesinin koruyucu bir yanı var: "Türkiye'de Yahudi olmak üzerine resmi bir sözlük ya da bir ansiklopedi çıkartma iddiasında olmadık. 'Yahudi olmak', sınırları kolayca çizilemeyen, çerçevesi ve içeriği sabit olmayan; tarihsel, coğrafi ve kişisel olarak çok çeşitli anlamlar kazanabilen bir tanım. Biz de bu hallere deneyimler üzerinden bakmak istedik. Evet, deneyimler subjektiftir, münferit kabul edilebilir ama bir araya geldiklerinde ikna edicidirler ve toplumsala dair ciddi bilgiler içerirler."
İzmirli Yahudiler genellikle birbirini tanır. Ancak kısa film ve belgesel gibi birçok projede, anne-kız birlikte çalışmış olan Raşel Meseri ve Aylin Kuryel ile hiç tanışmamıştık. Meseri, tiyatro oyunları, öykü, çocuk kitapları ve roman yazıyor. Kuryel ise Amsterdam Üniversitesi'nde Kültürel Analiz Bölümü'nde akademisyen. Daha önce birlikte belgeseller de yapmış olan anne-kız uyumlu ve birbirine ilham veren bir çalışma tarzı yakalamış. Bunun yanısıra, kendi Yahudi kimliklerine bakışları da benzerlikler taşıyor.
Kuryel, böyle bir çalışmaya imza atmasına rağmen, kendi kimliğine yaklaşımının bazıları tarafından yadırganabileceğini söylüyor: "Hiçbir zaman Yahudi cemaatine yakın durmadım. Araştırmalarımı, köklere dönüş amacıyla değil de sosyolojik bir merakla yaptım. Bir yandan da, kitaba eklediğim maddelere bakınca ne çok deneyim biriktirmiş olduğumu gördüm. Demek ki birçok kültürel kodu içselleştirerek yaşamışım; mesela çocukluğumda anlatılan hikâyeler: Bir tanıdığımızın Yahudi olduğu için 1960'larda kaldığı yurtta yatağına hamamböceği konması ama bir taraftan da Türkiyeli Yahudilerin Arapları tanımlamak için aynı böceğin ismini kullanması… Ya da bir gün bakkala gidip erişte kelimesini bilmediğim için, 'filikas' isteyip bakkalı şaşkınlığa uğratmam ve eve eli boş dönmem..."
Yahudilik, Meseri için de aidiyetinin esas noktalarından biri değil. O, Yahudi kimliğini sadece kendi deneyimiyle değil daha çok başkasının kendisini nasıl gördüğü ve algıladığı ile ilişkilendiriyor. Kimliğin, başkalarının algıları, varsayımları ve davranışları, diller ile ülkeler arası gidiş gelişler ve göçlerle şekillenen karmaşık bir yapısı olduğuna değiniyor.
Kitaptaki "Mülakat" anekdotu bunu çarpıcı bir şekilde örneklendiriyor. 80'li yıllarda üniversiteden yeni mezun olan bir kadın, dönemin prestijli reklam ajanslarından birinde bir mülâkat fırsatı elde eder. Başarılı geçmekte olan mülâkat er geç siyasete yer açar ve Yahudilerin sıklıkla maruz kaldığı o soru gelir; "Peki siz Filistinlileri neden öldürüyorsunuz?".
Meseri, en gündelik durumlarda dahi, Yahudiler'den, İsrail politikalarından sorumlu olmadıklarını ispatlamalarının ve görüş bildirmelerinin beklenmesine tepkili: "İnsanların devletlerle özdeşleştirilmesi oldukça yanlış. Ben sadece soldan baktığım için İsrail devlet politikalarına karşı acilen barışı getirmek ve halkların ortak bir gelecek inşa etmek için seferber olması gerektiğini düşünüyorum."
Yahudilerle ilgili kalıplaşmış kanılardan biri de; her nerede yaşıyor olsalar da, biraz üstü kapalı ve aslında gönülden İsrailli oldukları ve Türkiye dahil nereye yerleşirlerse yerleşsinler her yerde "yabancı" olduklarıdır. Türkiye'de deneyimlerle sabittir ki; isim ve soyadlarının telafuz edilmesinin ardından "Nerelisiniz?" diye sorulur. Peşinden de çoğu zaman, İsrail'in günah ve sevaplarının sorumluluğunun omuzlara yüklenmesi gelir. "Türkiye vatandaşıyım," bir Yahudinin hayatı boyunca en çok tekrarladığı nakaratlardandır.
Anne-kız, bu kitaba başlarken aslında kişisel ve hüzünlü bir noktadan yola çıkıyorlar. Raşel Meseri'nin annesi Sara, yaşlandığında İsrail'den İzmir'e getirildiğinde, son altı ayında hayatını ve birçok hikâyeyi tekrar tekrar anlatır. Sara Meseri, dört büyük göç yaşamıştır; II. Dünya Savaşı ile Türkiye'deki antisemit ortamın tetiklediği ilk gönüllü göçünü 1947'de kurulan İsrail devletine henüz reşit değilken yapar. İkinci göçü, sonradan kocası olacak kişiyle tanışması, evlenmesi, sıla hasretiyle yeniden doğduğu kent İzmir'e dönmesidir. 1970'lerde darbe sonrası siyasi iklim ve ekonomik sıkıntılar nedeniyle yeniden İsrail göçü ve hastalığında da İzmir'e son göçü gerçekleşir.
"Hiçbir tarih kitabında rastlamadığım detaylardı bunlar" diyor Meseri: "İzmir'den yola çıkıp İstanbul'da bir geceliğine konuk edildiklerinde ne pişirdikleri, o sabahki kahvaltının detayları, geminin adı… Eski anlatılarına farklı tonlar, ayrıntılar, bilgiler katmaya başlamıştı. Annem artık son göçünü yaşarken, hikâyelerini Aylin'le kaydetmeye karar verdik."
Kuryel, birçok Yahudi çocuk gibi, "gramama" diye çağırdığı anneannesinin anılarını dinlerken, bu alana başkalarını da davet etme fikri doğuyor: "Kaydı tutulamayan hikâyelerin yok olmasından endişe duydum. Hem kitabın çerçevesine hem ismine o gece karar verdik. Kişisel deneyimler olarak kalmasın toplumsala da ışık tutsun istedik."
Kitap, bir taraftan azınlık deneyimlerinin zenginliğine işaret ederken bir taraftan da yitip giden bir kültürün de sinyallerini veriyor. Yahudi nüfus gittikçe azalıyor, karma evlilikler artıyor, Türkiye'de son yıllardaki siyasi ve ekonomik baskılar yüzünden gençler ve aileler göç ederken 1492'de İspanya'dan kovulup Osmanlı'ya gelen Sefaradlar'ın konuştuğu "Judeo Espanyol" ya da halk arasındaki adıyla Ladino, kaybolan dillerin arasına karışmak üzere. Kuşkusuz bazı davranışlar değişmiyor; mesela Yahudiler'in hâlâ ön plana çıkmaktaki isteksizliği ve göze batmamak için gösterdikleri çaba. Yani Yahudiler tarafından içselleştirilen "kayadez" (susalım) tutumu. Kitapta "Şahit" maddesinde; evde otururken sokaktan gelen gürültüyü merak edip pencereye çıkıldığı taktirde şahit alınma korkusuna dem vuruluyor örneğin.
Bu deneyimler, Yahudilik kimliği üzerine kafa yormamış benim gibilerde de birçok çağrışım yaratıyor. Yahudiler siyaset konuşurken er geç sarfettikleri, annemin bana espiriyle, hece hece söylediği o cümleyi hatırlıyorum: "no me kariştireyo de los meseles del hukumet." (Hükümet meselelerine karışmam). Geleneğe göre, anneannemin ismi Raşel'i almam gerekirken, Reyan adında karar kılınmasında annemin açıklaması geliyor aklıma: "Ne lüzum var! Türk vatandaşı Türk ismi olmalı, yaşadığın memlekete saygıdır. Hem söylemesi yazması zor, okulda alay konusu olurdun." Sonra da yanlış bir izlenime kapılmayayım diye ekliyor: "Korkudan değil…" "Ne luzüm var!" uyarısına bugün hâlâ yetişkin yaşlarımda bile sık sık maruz kalırım.
Annemin uyarısı, bir geçmişin kalıntılarından olsa gerek. Çünkü Yahudiler, sadece Türkiye'de değil dünyanın birçok yerinde de yargıların ve önyargıların öznesidirler. Zeki, başarılı ve çalışkandırlar ama cimridirler. İyi ve güvenilir tüccar ve komşudurlar ama sadece birbirlerini tutar ve kayırırlar. Dünyadaki ünlü bilim insanlarının çoğu Yahudidir ama güçlerini kötüye kullanıp dünyayı karıştıran ajan da yine onlardır. Boyozu ve sübyesi efsanedir ama ah o Yahudi lobisi yok mu; her kötülüğün müsebbibidir.
Kuryel, anlatıların gösterdiği çelişkiye değiniyor: "Yahudiler hiçbir zaman tam buralı kabul edilmiyor ama göç ettikleri zaman da, mesela, yeterince sadık olmamakla da suçlanıyorlar. Aynı göçmenler ile ilgili söylemlerdeki çelişkiler gibi: göçmenler bir yandan tembeller, bir yandan da işlerimizi çalıyorlar. Bu kadar tembel iseler nasıl işlerimizi çalıyorlar? Stereotiplerin onulmaz çelişkileri işte."
Bazı batı ülkelerinde Yahudi kalmamış olsa da, antisemitizm dünyada ikinci en yaygın ırkçılık olarak varlığını sürdürüyor. Sıradan Yahudi düşmanlığı sayesinde Türkiye'de her Yahudi diplomatik kariyer yapar, hiçbirimiz Mülkiye'de okuyamadığı halde hepimiz İsrail'in elçisiyizdir. Uzun yıllar benim başıma gelmediği sanrısını besledim. Okulda bayrak töreninde istememe rağmen bayrağı tutma görevinden men edilmemi bile ancak yıllar sonra Yahudi düşmanlığı olarak kodladım. Çünkü aslında ağır geliyor böyle bir düşmanlığın nesnesi olmayı kabul etmek. Ne de olsa yıllarca "Türk'üm Doğruyum…" ile başladık güne.
Bu deneyim gibi kitaptaki birçok anlatı, çocukluğa, okula, kent yaşamına, iş hayatına ve politik ortama ait ayrımcılık hikâyeleri içeriyor. Anlatanlar, bir yandan Yahudi olarak kodlanmanın sonucu stereotiplerle boğuşurken bir yandan da ayrımcılığa karşı önlem alma ihtiyacı hissediyorlar. Yahudi ismini unutturup Türkçeleştirilmiş yeni ismini kabul ettirmeye çalışmak, sokakta İspanyolca konuşmamak için çaba sarfetmek, Türkçe'deki Yahudi aksanından kurtulmak için aynada düzenli olarak egzersiz yapmak, her azınlığın evinde bulunan ve "6-7 Eylül gibi günlerde yararı olmadıysa da" ne olur ne olmaz bayramlarda cama bayrak asmak gibi tedbirler, Türkiyeli Yahudilerin benimsedikleri korunma mekanizmalarından sadece bazıları olmuş.
"Anlatılar, şehirsel, kültürel, sınıfsal, toplumsal, cinsiyet farklarına rağmen, antisemitizmde çok fazla ortaklaştılar." diyor Kuryel, "Bir yandan da gayrı Yahudiler'in deneyimlerini paylaşmayı kabul etmesi; onlara kendi Yahudi stereotipleri, antisemitizmi üreten anları, eğilimleri, hikâyeleriyle de yüzleşme alanı açtı."
Kitapta Yahudiler de dahil olmak üzere, ayrımcılığa maruz kalan toplulukların kendilerinin de ayrımcı olabileceğine dair deneyimler, gerek okul gerekse iş hayatında, üniversiteye girdiğinde sınıf arkadaşı ya da fabrikada patronu olarak, ilk kez bir Yahudiyle tanışan Yahudi olmayanların ilk izlenimlerine de yer veriliyor. Ayrıca azınlık içinde azınlık olma deneyimleri de var. Kuryel, bu alanı çok önemsediklerine değiniyor: "Yahudi cemaatinin içinde de solcu, ateist, kadın, alt sınıf, eğitimsiz olmak, Fransızca konuşmak konuşmamak, cemaat baskı mekanizmalarını nasıl yaratıyor sorusu var. İki yönlü; bir kendi içindeki üyelerine bir de üstten baktığı diğerlerine… O nedenle azınlık olmak zor bir mevzuu. Bu sadece ayrımcılığa uğramak değil aynı zamanda savunma mekanizmaları oluşturmak, kültürel kodlar üzerinden başka ayrımcılıklar üretmek, örneğin Rumlara karşı, Romaniotlara karşı… Rum komşunun getirdiği kaseden yememe maddesinde olduğu gibi… Bunun için de özellikle bu konuları, hem kendi hafızamızda, hem katılımcıların yazdıklarında deşmek istedik. Kitabın nostaljik bir güzelleme olmaması gerekiyordu. Ara ara yine de o noktalara kayıyor gibi geliyor bana ama köşelerden de dönüp başka yerlere gidiyor."
Ardından "olsun!" yorumunun geleceğini bile bile, tereddüt etmeden, gocunmadan "Yahudiyim" diyebilmek halen bir mücadele alanı. Belki de buna zihinlerdeki karşılıklı önyargıları silmekle başlamak gerekiyor. Kitaptaki "Askerlik" deneyimi bunu gülümseterek hatırlatıyor.
Bir gün Erzincan platosunun hemen hemen tümünü kaplayan "eğitim" alanında, bir o yana bir bu yana yürüme talimi yaparken, bir cip geldi, orta yerde durdu ve içinden çıkan er, "Mordehay ve Margulzcsx, yüzbaşı sizi istiyor" diye bağırdı. "Ulaaan", diye düşündüm, "kırk bin kişinin içinde iki tane Yahudi var ve yüzbaşı bu iki kişiyi istiyor! Bulaşık yıkayacak iki kişiye gerek olsa, tesadüfen bu iki kişinin seçilmiş olması istatistik bilimine sığmaz. Ya Yahudiler nihayet dünyayı ele geçirdiler ve Mordehay'la ben mareşal olacağız ya da daha büyük olasılıkla, biz burada yürümeyi öğrenirken faşistler iktidara geldi ve tugayın sabun ve abajur ihtiyacını karşılamak üzere götürülüyoruz." Kaçsam, dört taraf dağ! Silahıma davransam, boş, mermi yok! Kuzu kuzu gittim. Meğerse bir Yahudi bayramıymış, Genelkurmay'dan emir gelmiş, "İki gün izinlisiniz, evinize gidebilirsiniz ama askerliğiniz iki gün uzar"dedi yüzbaşı. Allah'ın Erzincan'ındayız, İstanbul trenle bir buçuk gün! Gitsem, yarı yoldan geri dönmem gerekecek! "Sağ olun komutanım, vatan görevi her şeyden önce gelir" dedim, selam çakıp çıktım.
Türkiye'de Yahudi olmak - Bir deneyim sözlüğü Derleyenler: Raşel Meseri- Aylin Kuryel İletişim Yayınları
Fotoğraflar: Raşel Meseri arşivi