Türkiye siyasi partiler çöplüğüne döndüyse, bunun müsebbibi darbelerdi.
1946’da çoğulcu demokrasiye geçildiğinde kurulan partilerle başlayan süreç, darbelerle akamete uğradığında, her defasında kurulan partilerle yeni bir başlangıç yapıldı.
Meselemiz memleketteki siyasi partilerin tarihini anlatmak değil. Ama siyasi parti isimleri önemli. Düşünün: bir parti kuracaksınız, büyük bir ihtimalle parti kurucuları ile bir araya geliyor ve elde kağıt kalem, “bu partiye hangi ismi versek” diye düşünüyorsunuz. İsim önemli. Hem gelecek tahayyülünüzü hem de neyi öncelediğinizi ve vaat ettiğinizi göstermiş olacaksınız.
Türkiye’de faaliyette bulunan siyasi parti sayısı halen 93’ü buluyor. Bu partilerden Meclis’te temsil edilenler dışında çok da hatırlanan ve iz bırakanı veya “gündem belirleyeni” yok. Var olan ve geçmişte açılıp kapanan partilerde en çok kullanılan isim -2000 yılına kadar- “ demokrasi.” (30 kez) Yani memleketin en çok sıkıntısını ve özlemini çektiği kavramı partiler sahiplenmiş.
Parti isimleri üzerinden gidildiğinde ilginç bir ayrışma ortaya çıkıyor. Barış, özgürlük, eşitlik gibi kavramlar sol partiler tarafından sahiplenilirken, huzur, refah, kalkınma, milli -türevleri- gibi kavramlar sağ, merkez, sağ partiler tarafından sahiplenilen kavramlar olarak öne çıkıyor. Memleket aslında kavramlar arasında bölüşülmüş bir vaatler manzumesiyle ayrışıyor.
Ancak sağ tarafından en çok sahiplenilen kavramlardan birini de “adalet” kavramı oluşturuyor. 1946’dan bu yana ülkede adında adalet geçen pek çok parti kurulmuş. Sosyal Adalet Partisi (1946), Hür Türkiye Adalet Partisi (1957), Adalet Partisi (1961), Öz Adalet Partisi (1995) , Büyük Adalet Partisi (1995), Türkiye Adalet Partisi (1995) , Adalet ve Kalkınma Partisi (2001), Hak ve Adalet Partisi (2012), Adaletçi Kurtuluş Partisi (2012), Millet ve Adalet Partisi (2014) …Parti kurucularının sevdiği, revaçta bir kavram olarak “adalet” öne çıkmış. kurulan partilerin neredeyse tamamına yakını sağ, merkez sağ seçmen tabanına seslenen bir programa sahip bulunuyor.
Peki adalet neden sağın tercih ettiği bir kavramdı? Üstelik bu kavramla oy toplayan bu partiler neredeyse Türkiye’nin son 50 yılının 40 yılına hükmetti. 40 yıl boyunca milletine/halkına adalet vaadi ile iktidara gelen bu partiler, en çok eksikliği çekilen ve idealize edilen adaleti sağlayamamakla maluldü. Adalet sadece hukuki çağrışımları olan bir kavram da değildi. solun “sosyal adalet” diye nitelendiği bağlamda gelir dağılımının yeniden düzenlenmesini de içeren bir özelliğe de sahipti.
Adaleti adında zikretmeyenler de “adil düzen” üzerinden bir sahiplenme ile iktidar koltuğuna oturabiliyordu. Adaletin insanları cezbeden, belki de içinde yaşadıkları ülkede en çok istedikleri/talep ettikleri değişimi simgelemek gibi algısı vardı.
Adalet ve Kalkınma Partisi işte böylesine sihirli iki sözcüğü bünyesinde barındırarak işe başladı. memleket hem büyüyecek (kalkınma) hem de demokrasi çıtası adaletli olacaktı. Hukuk devleti denilen anayasal kavramın taahhüdüydü. Ancak asıl sıkıntı kavramlarda değil fiiliyatta yaşandı. Zira 12 Eylül Askeri Darbesi’nin ürünü 1982 Anayasası iktidar koltuğuna oturanlar “gül bahçesi” vaat ediyordu. Seçim barajları, söz ve iade özgürlüğü önündeki engeller, örgütlenme hakkının gasp edilmesi, örgütlü bir toplumun engellenmesi vb. “kolaylıklar” nedeniyle vaatler çabuk unutuluyor. Tedrici ve konjonktüre göre yapılan düzeltmeler dışında 12 Eylül ürünü Anayasa’ya çok da dokunulmuyordu. samimiyet sınavı seçim barajının kaldırılmasıydı. temsili demokrasinin önündeki en büyük engel geçmişteki iktidarlar ve AKP tarafından sahiplenilen ve Meclis çoğunluğunu elde etmede paha biçilmez bir avantaj olarak “adalet” ile çelişse de korundu.
Gelelim 2007 sonrası gelişmelere. AKP’ye kapatma davası sonrasında “adalet” üzerinde sürdürülen mücadele aslında maksadın “adaleti” özgürleştirmek yerine kontrol etmek, üzerinde hegemonya kurmak olduğunu gösterdi. Bu dönemde adalet taşerona verilmiş, ya da kiralanmış bir arsaydı. İktidar getirisine bakardı. Geçmişte bu arsanın üzerine kışla dikenlerin yerine şimdi bina boşaltılmış, yıkıldıktan sonra “adalet müteahhitleri” iktidara getirisi yüksek, risksiz, istenmeyen kiracıların yasa, mafya, sahte kontrat vb. yollarla boşaltılacağı bir yapı kurmayı vaat etmişlerdi. Taşeron işi bitirecek, ev sahibi kazancına ve keyfine bakacaktı. Alan memnun veren memnundu.
Ancak taşeronunun da iştahı kabarmıştı. Zira madem ki arsaya gönlünce binayı dikecek, kiracıları belirleyecekti ve bunun için gerekirse yasalar çiğnenebilecekti. O halde binadan bir kaç katı kendi üzerlerine yapsa ya da binanın üzerine gönlünce 3-5 kat da kendileri için çıkılsa ne olurdu?! Yani hazır “biz kalkınma, siz adalet” koalisyonu sürerken, bu adaletten bir ikbal çıksa kim ne derdi?
Binanın kahyasının binadan nasıl uzaklaştırıldığını konuşmaya gerek yok. Ancak halka ait bir arazi olan adalete kaçak yapı dikenlerin şimdi “bilmiyorduk, neler de olmuş, kumpasa gelmişiz, içimizdeki ajanlar, paralel yapılar, çok haksızlık oldu çok” türü samimiyetsizlikleri sizin de midenizi bulandırmıyor mu? Üstelik adalet “kupon araziye” o kahyalar sayesinde dönüştü. kiracıların tamamı değişti. Kışlanın yerini AVM aldı. Şimdi “kullanışlı aptallık” üzerinden binanın restorasyonu yerine adını değiştirmeyi yeterli buluyorlar. Adına “yeni” dediğinizde adalet de yenilenmiyor. Çünkü adalet arazisine giren herkes kendini orada eşit hissetmeliydi. Oysa arazinin üzerinde yükselen türlü türlü “saraylar” var. Ve halk hala o ütopya adasını yani adaleti mumla arıyor.
Ha, soldan adaletin sahiplenildiği bir parti daha vardı. Sosyal Adalet Partisi (SAP) kurulduğunda şakayla karışık söylenen sloganı “bir gün herkes SAP’ı tutacak”tı…SAP’a gerek kalmadı!