Öyle bir mağduriyetti ki uçsuz bucaksızdı. Yani sınırları yoktu.
Mağduriyet adeta tercih edilen bir mahkumiyetti.
Zira bu ülkenin garibanı, eziyet göreni, ezileni, hakkı yeneni, ötekileşeni, hiçleşeni, adam yerine konmayanı, esamisi okunmayanı, insan muamelesi görmeyeni ve dahi hor görüleni en çok bu halden anlardı. En çok mazlumu sever, mazluma inanırdı.
Hal böyle olunca da mağdur olanın sırtının yere gelmediği bir memlekette siyasetçi için en iyi hal mağdur olmaktı.
Tarihin tanıklığı bunu vazediyordu.
İnönü, Mustafa Kemal ile küs evinde oturduğu vakitlerde, “artık bitti” denirken, -Atatürk’ün ölümü sonrası- Çankaya Köşkü’ne davet edilmiş, işin garibi Meclis’te “bitti” diyenler bile, Cumhurbaşkanlığı seçiminde ona oy vermişti.
Türkiye’de çok partili rejim başlamış, 1946 seçimlerinin mağduru Demokrat Partililer “hakkımız yendi” dediklerinde, Meclis’te sadece CHP’nin onda biri kadar vekille temsil ediliyordu. Oysa sonrasında tam 10 yıl iktidar koltuğunu kimseye kaptırmamışlardı.
Demokratların CHP’nin mallarına el koyma dahil, gazetecileri hapis ve sansürle terbiye etme çabaları bu defa CHP’yi mağdur gösterdiğinde oyları yüzde 40’ları geçmişti.
27 Mayıs askeri darbesi sonrası Demokratların mağduriyeti yeniden bu fikriyatın öncüleri Yeni Türkiye Partisi ve Adalet Partisi’ni iktidara taşımış ve Demirel arka arkaya iki kez tek başına iktidar koltuğuna oturmuştu.
O koltuk adeta emanetti. Her defasında askerin yine gelebileceği korkusuyla geçen yıllardı.
12 Mart askeri cuntası sonrası “bu darbe bana yapıldı” diyen Ecevit, CHP Genel Sekreterliği’nden istifa etmiş ama genel başkan olarak dönmüştü.
12 Mart’ın mağduru Ecevit ise oylar da tabi ki ona gitmişti.
“Güneş Otel”de planlanan vekil transferleri ile CHP muvazaalı biçimde iktidar koltuğuna oturduğunda, Demirel bu ahlaki zaafiyeti “iktidarın başı”na karşı iyi kullanmış ve ara seçimlerde 5-0 galip gelerek CHP iktidarına son verebilmişti.
12 Eylül askeri cuntası bile “memlekette kan dökülüyordu” retoriğiyle, halkın mağduriyeti üzerinden darbe yaptığı gerekçesine sığınmış, sempati de toplamıştı.
Cuntanın lideri Kenan Evren seçim gecesi çıkıp “Anavatan Partisi’ne oy vermeyin” mealinde konuşma yaptığında, sandıklardan ANAP’ın tek başına iktidar çıkması kesinleşmişti. Madem ki muktedirler onu mağdur etmişti, görürlerdi.
Özal’ın ceberrut “eski siyasilerin siyasete dönmesi”ni referanduma götürme çiğliğinin cezası DYP-SHP koalisyonuydu.
Refah Partisi’nin “sistem dışı” tanımlanmasına tepki Refah’ın 1995 yılında seçimlerin birinci partisi olmasıydı.
Refah’ın kapatılması sonrası yaşananlardan, hatta Saadet içinde Erdoğan’ın lider yapılmaması kararından çıkan ise Recep Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarıydı.
Ekonomik krizleri, siyasetin tükenme halini, koalisyon hükümetlerinin uyumsuzluğunu, liderlerin kifayetsizliğini vb. değişkenleri bir kenara koyun ve tarihi bir de böyle düşünün.
İşte tarihin bu sihirli formülünü en iyi biçimde özümseyen AKP’ydi.
Lideri üç ay hapis bile yatmıştı. Her ne kadar 12 Eylül’de kadrolarından işkencede ölen, asılan, kaybedilen, mültecileşen, devletten eli ayağı çekilen olmasa da 28 Şubat’ın tozu dumanında yaşananlar, destansı bir mağduriyet öyküsü ve kahramanları ortaya çıkarmıştı.
Minik bir parantez, bu öyle bir öyküydü ki TBMM’de Darbeleri Araştırma Komisyonu kurulduğunda hazırlanan raporun yarısından fazlası geçmiş üç darbeyi değil, 28 Şubat sürecini anlatacaktı.
Devam edelim.
İşte bu mağduriyet ile empati duyan kitlelere “biz de sizin gibi ne acılar çektik” hitap ve propagandasının etkili gücü ve tılsımının tadını çıkaran AKP stratejistleri ve kadroları açısından her defasında yeni mağduriyetler uydurmak bir zorunluluk halini almıştı.
Kimi zaman “beyaz Türkler” kimi zaman “geçmiş mağduriyetler” kimi zaman “ayrımcılık” üzerinden kurgulanan bu mağduriyetler meselesi alıp başını gitmişti. Ancak ortada sıkıntılı bir durum vardı.
“Mağduruz” dedikçe muktedirleşen bir siyasal güce dönüşülmüştü. Öyle bir güçtü ki önce siyasete, sonra yargıya, üniversite ve devlet mekanizmasına rakipsiz bir biçimde hükmediyordu. Öyle ki her dönemin baskın gücü, mağduriyet yaratan mekanizması Ordu’nin nüfuzu tasfiye olmuştu.
Ama yine de güçlünün mağduriyetten umduğu medetin sürdürülebilir olması için yeni mağduriyet öyküleri gerekiyordu.
Hal böyle olunca CHP’nn tek parti döneminden başlayan -ama aslında Kemalizmin ideolojik dayanaklarını hedef alan- yepyeni bir dil ile nüfusunun yüzde 55’inin 30 yaşında olduğu ülkeye 70 yıl öncesinden mağduriyet öyküleri derlendi.
Tarih tek başına yeterli olmayabilirdi. Bu doğrultuda neredeyse her hafta bir gazeteci, aydın, akademisyen, meslek kuruluşu, kanaat önderi “halkın ahlak ve değerleri” aleyhine açıklama/yorum yaptıkları gerekçesiyle kurtlar sofrasında kendini buldu. Hedef gösterildi, düşünsel lince uğradı.
O haftanın “kahramanı” üzerine bütün şimşekler çekiliyor ve “bakın sizi/inancınızı/değerlerinizi nasıl da aşağıladı” gerekçesiyle ülkenin en yetkili ağızları bu kişileri hedef gösteriyor, iktidarın ideolojik aygıtı haline gelen “havan dövücünün hınk dedibaşları” durumdan vazife çıkarıp acıklı mağduriyet öyküleri derliyordu.
O kişiler AKP’nin mağduriyet paratonerleriydi.
Memleket, güçlendikçe mağdurlaşan, mağdurlaştıkça güçlenen bir iktidar paradoksu ile malüldü.
Mağduriyet, ülkenin yoksul ve yoksun sınıflarına değmenin en kestirme yoluydu.
Bugün bu süreç gerçek mağdurlar biriktiriyor. Kimi ülkesini terk etmek zorunda kalıyor, kimi susarak şimşeklerden kendini koruyor, kimi söylediği bir cümle/twit yüzünden işini kaybediyor, kimi iş yaşamında yalnızlaştırılıyor, kimi soruşturma ve sorgulamalarla kabusa dönen yaşamıyla boğuşuyor, kimi fiziki saldırılara uğruyor.
Ve önemli bir boyut daha, aslında mağduriyet öykülerinin negatif kahramanları hedef gösterilirken ülkenin çok sesliğinin de ortadan kalkması için elverişli bir iklim de yaratılıyor.
Öyle değil mi Mehmet Ali Alabora, Leman Sam, Amberin Zaman, Cüneyt Özdemir, Yılmaz Özdil, Ekrem Dumanlı, İlber Ortaylı, Ahmet Şık, Nedim Şener, Cengiz Çandar, Hasan Cemal, Mehmet Ali Birand, Fazıl Say, İvan Watson, Can Dündar, Ceyda Karan, Hikmet Çetinkaya, Hidayet Şefkatli Tuksal, Birsen Altaylı, Selin Girit, Serdar Akinan, Bekir Coşkun, Aydın Doğan, Nuray Mert, Rengin Aslan, Melis Alphan, Enis Berberoğlu, Ceylan Yeğinsu, Derya Sazak, Bedri Baykam ve adlarını yazamadıklarım…öyle değil mi?