Söyleşimizin yayımlanan iki bölümünde Almanya'da “İslam Cemaati Lideri” olarak bilinen Prof. Abdurrahim Vural, Milli Görüş çizgisindeki yükselişini, hareketin tabanının Tayyip Erdoğan ve AKP'ye doğru kayışını, toplanan yardım paralarının akıbetinin bilinmediğini, kâğıt üzerinde kurulan holdinglerin camilerde yaklaşık 50 milyar mark topladığını anlattı.
Söyleşimizin son bölümünde, Vural'ın Almanya'daki Milli Görüş yönetiminden ayrılışı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nce mahkûm edilen bir kararla tutuklanışı, hareketin bugünkü durumu ve Almanya'daki İslam toplumu üzerine gözlemleri yer alıyor.
- Avrupa İslam Cemaati nasıl oluştu?
İslâm Cemaati kuruluşunda ben yoktum. İslâm Cemaati 1 Mart 1990 tarihinde A.M. Younes adında Filistinli bir diplomat tarafından kuruldu. Cemaat, 1 Mart 1990 tarihinde Doğu Almanya Cumhuriyeti tarafından resmî olarak kabul gördü ve cemaat tüm Doğu Almanya’da kendini dinî cemaat olarak tanıttı. O zamanki Almanya Sosyalist Birlik Partisi SED’den 75 milyon DDR Mark bağış aldı. SED, o dönemde yaklaşık 3 milyar Doğu Alman Markı'nı dinî cemaat, sivil toplum örgütü ve kurum-kuruluşlara ayırmıştı. İslâm Cemaati, ayrılan fondan 75 milyon DDR Mark’ı almıştı. Daha sonra bizim Milli Görüş’teki ‘Abi’lerimiz bu kuruluştan haberdar oldu. Birkaç görüşmeden sonra güç birliği konusunda bir anlaşma sağlanıyor ve Milli Görüş ile İslâm Cemaati arasında birleşme meydana geldi.
- Abdurrahim Vural bu sürecin neresindeydi?
Hizmet çabasındaydı. Başlangıçta Almanya’daki Türkler sanki dinî inançları yokmuşçasına Ankara tarafından boşlanmıştı. Bu boşluk cemaatler tarafından dolduruldu. İşin inanç boyutu önemsenmemiş, Almanlar da bu konuda hiçbir çaba göstermemişti. Aslında o çabayı göstermesi gereken Türkiye’deki hükümetlerdi. Bu duyarlılık oluştuğunda ise iş işten geçmiş Türkler dinî cemaatler ve tarikatların dinî faaliyetinin öznesi haline gelmişti. Ancak hâlâ yapacak çok şey vardı. Örneğin, Almanya’daki birçok camimiz ya bodrum katlarında ya da arka cephelerde bulunurdu. Yani deyim yerindeyse kimsenin görmediği, varlığını dahi hissettirmediği yerlerde kurulurdu. Biz ise bu duruma “dur” dedik ve kamu dairelerinde yapmış olduğumuz yoğun çalışmalar sonucu camilerimizi bodrum katlarından kurtarıp, Kültür Evleri ve Merkezleri haline dönüştürdük. Böylece camileri sadece cemaat için değil, toplumun her kesimine hizmet eden bir kurum haline getirdik.
Yapılacak öyle çok şey vardı ki, bu sadece dinî alanla sınırlı değildi. Vatandaşlarımız bundan önce çocuklarını Türkiye’ye gönderdiklerinde ikametgâhlarını sildirmek zorundaydı. Bunun sonucunda Türkiye’de çocukları okuyan ebeveynler, çocuk paralarını Almanya’da ikamet edenler gibi alamıyordu. Yani ebeveynler ilk çocuk için 10, ikinci çocuk için 15, üçüncü çocuk için 20 Mark değerinde çocuk parası alıyordu. Böylesi bir eşitsizlik söz konusuydu. Yaptığım itirazlar sonucunda
Türkiye’de çocukları okuyan ebeveynler, bundan böyle çocuk paralarını Almanya’da ikamet edenler gibi alacak şeklinde. Yani birinci çocuk için 200, ikinci çocuk için 220, üçüncü çocuk için 300, dördüncü ve beşinci çocuk için 350 mark ödenek elde etti. Daha önemlisi bu hakkın kazanılması sayesinde, çocukların ikametgâhları Almanya’da silinmemiş olduğundan oturma ve vize probleminin de artık olmayacağı anlamına geliyordu.
- Ama İslam hala resmi din statüsünü kazanmış değil…
Evet. Asıl amaç da bunu gerçekleştirmek olmalı. İslâm dininin Almanya’da resmî bir din olarak tanınması, yani kamu tüzel kişiliği edinmesi o kadar önemli bir hak ki, bu hakkı aldığınız zaman, kiliselerle aynı eşit haklara kavuşuyorsunuz. Bu size, hastanenizi, ilahiyat fakültenizi, okullarınızı, özel okullarınızı, yuvalarınızı vb. kurumlarınızı açmanızı sağlıyor. Ve tüm bunlar devlet tarafından finanse ediliyor.
Şöyle örnek vereyim, bugün kiliselere bağlı olan üyelerden toplanan vergi miktarı yaklaşık 20 milyar Avro’dur ve bununla sadece din görevlerinin yüzde 70’ine maaşları verilebiliyor. Diğer hizmetler, okullar, üniversiteler, hastaneler ve yan kuruluşlar devlet tarafından finanse ediliyor. Bir de kiliselerin yan gelirleri var. Örneğin bankada hesapları ve belirli yatırımlar için fabrikada ortaklıkları var. Bunlardan yıllık gelen gelir ise 10 milyar Avro’dur.
Tabii ki Federal Almanya bizim için bu hakkı kabul etmek istemiyor. Oysa Müslümanlar Almanya’da ikinci büyük cemaat konumundadır ve yıllardır vergisini de ödemektedir. Bu hakkın verilmemesi aslında Alman devletine, milyonlarca değil, milyarlarca Avro’ya mal olacağı korkusudur. Bir de olaya sadece finansal olarak yaklaşmamak gerekir. Almanya’nın asıl korkusu, kamu tüzel kişiliğinin verilmesi halinde, entegre olmayı sağlayacak İslâmi kurumların kurulmasıdır. Aslında bu devlet için de çok faydalı olacaktır. Çünkü devletin de böylece bir muhatabı olacaktır.
Örneğin burada (Almanya’da) üniversiteler, ilahiyat fakülteleri kurulursa, din görevlileri burada yetiştirilirse, eğitilirse ve Almanya-Avrupa şartlarına göre İslâm yorumlanırsa çok daha olumlu sonuçlar alınabilir. Oysa biz öğretmenlerimizi, hocalarımızı Türkiye’den ve Arap ülkelerinden getiriyoruz. Ve onlar da buraya uyum sağlayamıyorlar. Özellikle de pedagoji eğitim konusunda başarılı olamıyorlar...
Örneğin şartlara göre fıkıh bile değişiyor. İmam-ı Azam Kufe’de verdiği fetvayı Bağdat’ta değiştirmiş. Çünkü İmam-ı Azam, “Kufe’nin şartları ile Bağdat’ın şartları değişiktir” demiş. Şartlar çok önemli. Türkiye ile Almanya’nın şartı aynı değildir. Bundan dolayı din dersi öğretmenlerinin ve din görevlilerinin burada yetişmesini çok istiyorum...
Örneğin, Hatun Sürücü isimli bir kızımız töre cinayetine kurban gitti. İslamı bilmeyen, içinde yaşadığı toplumu anlamayan bir sofuluğun kurbanı oldu. Bu davada kurban lehine müdahil oldum ve yargılama sürecinde bu insanın haklarını savundum. Bu olayla ilgili ilginç bir anekdotu da aktarmak istiyorum. Kardeşi Hatun Ünsal’ı öldüren Ayhan Sürücü, bir ara Kaplancıların camisine gidiyordu. Ve o dönemde de çok radikal dediğimiz görüşlere sahipti. Keşke o genç de okullarda sağlıklı bir biçimde İslamı öğrenebilseydi.
- Ve sizin Milli Görüş yönetiminden kopuş süreciniz…
İslâm dininin Almanya’da resmî bir din olarak tanınması için Almanya’nın her eyaletindeki Anayasa Mahkemesi’nde dava açtım. Bu hakkın tüm eyaletlerde tanınmasını talep ettim ve aynı zamanda her eyalet ile “devlet sözleşmesi”ni talep ettim. Tüm bu hızlı gelişmelerden sonra bazı kamu görevlileri rahatsız oldu. Milli Görüş Genel Merkezi’ne, “Bu adamdan ayrılacaksınız. (...) Biz sizinle iyi çalışmak istiyoruz. Ancak bir şartımız var. Vural ile tamamen ilişkilerini koparacaksınız” şeklinde telkinde bulunuldu. Girişimlerimin münferit olduğu izlenimi yayılmak isteniyordu. İslami kesimde bu çabalara dönük büyük toplumsal mutabakat ile arama bir duvar örülmek isteniyordu. Başlangıçta Milli Görüş yöneticileri, “Nasıl olur. Bu adam çocukluğundan beri bizimle” diye yanıt verdi. Ancak dayatmalar arttıkça tablo değişmeye başladı. Genel Merkez Berlin’deki arkadaşlara başvurarak, “Vural’a ilişkilerinizi çekeceksiniz” dedi. Berlin’deki arkadaşlar ise bu duruma karşı çok sert tepki gösterdi. Ancak, “Başka çaremiz ve şansımız yok” yanıtını aldılar. Aksi takdirde Milli Görüş kapatılabilir gibi bir hava doğdu. Bunun üzerine İslâm Federasyonu ve İslâm Vakfı’ndaki görevlerimden resmi olarak istifa ettim. Ancak ben çalışmalarıma kaldığım yerden aynen devam ettim. Ancak baskılar artınca “Abdürrahim için Milli Görüş’ü kapatacak halimiz yok” denilerek Berlin teşkilatının görevden alnıcağı tehditleri üzerine İslam Cemaati gibi Almanya nezdinde tanınmış ve eğitim ile ilgili haklar kazanmış bir kurumu kapatmayacağımı bildirdim. Yıllardır birlikte çalıştığımız, babadan, kardeşten daha öte saydığımız arkadaşlarla artık kavgalı olmuştuk. Yani tüm bunlar bazı kamu kurumlarının bir oyunuydu. Ve bu oyun bizi artık birbirimizle düşman etmeyi başarmıştı.
- Peki, bu olaylardan sonra İslâm Cemaati’ne ya da sizin şahsınıza yönelik suçlamalar devam etti mi?
Evet, Milli Görüş Genel Merkezi’ndeki bazı arkadaşlar bizzat benim şahsıma yönelik anti-propaganda yürüttü. Öyle bir durum yaşanmıştı ki, ya onlar savaşı kazanıp, beni görevden alacaklardı ya da ben kazanıp onları koltuklarında oturtmayacaktım. Berlin’de bana karşı örgütlenen kişiler üzerinde korkunç iftiralar attılar. Ve bu iftiralar benim tutuklanmam ve sonrasında da devam etti.
Ne tür iftiralar?
Yapılan bazı projelerin, kendilerinden habersiz yapıldıklarını iddia ettiler. Ayrıca yeddiemin hesaplarından bilgilerinin olmadığını belirttiler... Yani buna benzer iftiralardan dolayı 2007'de 10 ay tutuklandım. Ancak daha sonra bu iftiralardan birer birer aklandım. Buna rağmen mahkeme, devletten 1 milyon 800 bin Avro haksız yardım aldığımı iddia etti. Ama ne ilginçtir ki bu rakam yargılanma sürecinde 190 bin Avro’ya kadar indi. Peki bu para ne için alınmıştı? Cami için. Kendim için almamıştım. Bunun üzerine mahkeme, “bu yardımı şahsi menfaat için değil, bir başkasının çıkarı için –cami kastediliyor- için aldığını itiraf et” baskısı yaptı. İtiraf edersem 3 yıl 6 ay ceza vereceklerdi. Aksi takdirde verilecek ceza 7 yıldı. Almanya’nın en önde gelen avukatlarını tuttum. Avukatlar bana, “Sen bunu kabul et” dedi. Ben de, “Niye kabul edeyim” diye sordum. Avukatlar, “Başka çaremiz yok. Bu mahkeme ne yaparsak yapalım seni mahkûm edecek. Çünkü dava siyasidir. Onun için itiraf etmeyi kabul et” dediler.
Nihayetinde itiraf dilekçesini imzaladım ve son sözüm sorulduğunda “İddianame anlamında suçsuzum” dedim. Kararımın açıklanacağı son duruşma gerçekleşecekti. Avukatım Nicolas Becker, bir gün önce cezaevinde yanıma gelerek “Çıkamıyorsun. Başhâkim aradı ve söylediği sözü geri almazsa çıkamaz dedi” diye aktardı. Tabii daha önce suçumu itiraf edip, bunun üzerine “İddianame anlamında suçsuzum” dediğim için, mahkeme heyeti bu sözümü “Adam bize karşı büyük bir oyun yaptı. Hem suçunu itiraf ediyor, hem de suçsuzum diyor. Yani itirafnameyi otomatikman boşa çıkarıyor” şeklinde değerlendirdi. Dolayısıyla kararın açıklandığı son duruşmada, kalabalık bir basın grubu önünde “Ben ironi yaptım, suçluyum” dedim. Tabii ki bu hukuk açısından çok büyük bir skandal.
Daha sonra Yargıtay’a gittim. Yargıtay cezamın bir kısmını bozarak, 3 yıl 6 aylık cezayı, 1 yıl 7 aya indirdi. Ondan sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) gittim. AİHM, “Burada adil yargılama olmamış, burada siyasi baskı var” diyerek, Almanya’yı 30 bin Avro’luk manevi tazminata mahkûm etti. Bu olaydan sonra tamamen aklandım ve borç altına girerek, aklandığımı büyük gazetelere ilan vererek duyurdum.
Cezaevinden çıktıktan sonra itibarımın yerle bir olduğunu gördüm. Milli Görüş Genel Merkezi, cezaevinde olduğum sürede, cemaate, cami’nin paralarını yediğim için cezaevine girdiğimi yaymıştı. Beni cami hırsızı yaptılar. O kadar vicdansızlık yaptılar ki, bir gün gelip beni cezaevinde sormadılar, sahip çıkmadılar. Bu parayı biz camiye harcadık. Ve ben bunun için cezaevine girdim. Böyle düşünmeleri gerekirken, tam tersini yaptılar.
- Cezaevi’nden çıktıktan sonra cemaatin ve arkadaşlarınızın size karşı yaklaşımı değişti mi?
Değişmedi. Daha sonra AİHM’de aklanınca, arkadaşlarım tekrar yavaş yavaş gelmeye başladı. Ancak ben onların samimiyetine inanmadım. Çünkü en zor anımda beni yalnız bırakmışlardı.
- İkinci tutuklanma sürecine dönmek istiyorum... Neden ikinci bir tutuklanma meydana geldi?
21 Şubat 2011’de eve yönelik bir operasyon gerçekleşti ve tekrar tutuklandım. Tutuklanma gerekçesi olarak, gazetelere verdiğim ilanlar gösterilmişti. Yani ortada ihbar veya bir suç duyurusu yoktu. Sadece çok basit gerekçeler vardı. İlanların kimler tarafından finanse ettiğini sordular. “Eğer bunu İslâm Cemaati finanse etmişse, bu suçtur” dediler. Çünkü İslâm Cemaati ayrı bir tüzel kişidir, ödediği takdirde bu yolsuzluktur. Bu ise İslam Cemaati'ni kendi şahsî amaçları için kullanmaktır” dediler.
İlanların benim tarafımdan ödendiği ortaya çıktı. Bu defa da bankada bir şahsı tehdit ettiğim gerekçesiyle dava açıldı ve Eyalet Mahkemesi “kamu düzeni için tehlike teşkil ettiğim” gerekçesiyle bana ömür boyu tecrit cezası verdi. Ve bunun sonuncunda 1,5 yıl tecritte kaldım. Tabii ki devlet aklandığımı hazmedemediği için, İslam Cemaati çalışmalarına devam ettiğim için ve yaşadığım olaylarla ilgili basın-yayın organlarına görüş belirttiğim için bu cezayı bana karşı uyguladılar. Ancak Yargıtay bu durumu daha sonra bozdu ve tamamen birinci sınıf beraat ile aklandım.
- Sizin şahsınıza yönelik yapılan suçlamalar konusunda nasıl bir cevap verebilirsiniz?
Müslüman kardeşlerimin özellikle şunu iyi bilmesi gerekiyor. Ortada asla bir suç yoktu. Sadece bazıları aramıza nifak tohumları ekerek, bizi birbirimize düşman yaptı. Şüphesiz cemaat bugün, “Seni siyasi değil, dolandırıcılıktan dolayı içeriye almışlardır” diyebilir. Ben de, isterlerse Papa’yı dahi en büyük dolandırıcı olarak gösterebilirler, diyorum. Çünkü hukukta iki kere iki dört değildir. Örneğin Almanya Cumhurbaşkanı'nı ne hale getirdiler? Cumhurbaşkanı’nın yaptıklarını hangi politikacı yapmıyor ki? Neyin siyasi, neyin dolandırıcılık olduğuna devlet karar veriyor. Çünkü sizi cemaat karşısında itibarsızlaştırmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar.
- Peki, yıllardır hizmet ettiğiniz Milli Görüş camiasının bugününü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Benim kavgam hiçbir zaman Milli Görüş ve onun temsil ettiği değerlere karşı olmamıştır. Benim kavgam özellikle Milli Görüş Genel Merkezi'nde görevlerini kötüye kullanan yönetici eliti ile oldu. Genel Merkez'deki yöneticiler tamamen paraya dönük çalışıyorlar. Yani kısacası tamamen paraya endekslidirler. Ve yardımların tümünü Almanya dışına çıkarmakla meşguller. İlginç olan, bu paraların akıbeti asla belli değildir. Birkaç kişi hariç, paraların nereye gittiğini kimse bilmez. Ne cami hocası, ne de bölge başkanı. Ayrıca kimse korkudan bunlardan hesap da soramaz. Çünkü hesap soran hainlikle, hatta daha da ileriye gidersek dinsizlikle suçlanır.
Anlayacağınız din bunların tekelindedir. Tekrar belirtiyorum; Afrika ve Asya ülkelerine yapılan yardımlar sadece reklam amaçlıdır. Yani tekrar cemaatten yardım toplamak içindir. Bu yöneticiler ne hikmetse Almanya’daki Müslümanların sorunlarıyla hiç ilgilenmezler. O makamları işgal etmek için birileri tarafından atanmışlardır. Allah aşkına, bu yöneticiler değil miydi, cemaati holdinglere soyduran? Şimdi hangi yüzle o makamlarda oturuyorlar? Dikkat ederseniz, holding vurgununda da susmadım. Ne gerekiyorsa onu yaptım. Cemaati ve Genel Merkez'i uyardım. Şüphesiz başarılı olamadım, ama sonuçta bir karınca oldum. O zaman benimle birkaç kişi daha karınca olmaya cesaret etseydi, bu vurgun gerçekleşmeyecekti. Sonuçta bir karınca olabilmek önemlidir.
Şimdi bu yöneticilere, “Allah aşkına siz şu ana kadar ne gibi hizmetler yaptınız” diye sorsak, bunlar, Afrika’nın, özellikle haritalarında bulunmayan ülkelerinde 100 bin kurban kestiklerini, milyonlarca maddi yardım yaptıklarını, su havzaları açtırdıklarını, okul ve hastane açtıklarını dillendirirler. İnanın, bunlar sadece sözde yapılan yardımlardır. Yoksa cemaatten hiç kimse, o bölgelere gidip, orada ne kadar kurban kesildiğini, ne kadar yardım yapıldığını inceleyecek hali yoktur. Ya Almanya’da gösterecekleri bir eser var mı? Yoktur!
- Sizin Deniz Feneri davasında da yolsuzluğu ilk mahkemeye duyuran isim olduğunuz iddia edildi. Bu yolsuzluk için ne demek istersiniz?
Deniz Feneri davası ile ilgili iddianame hazırlanıyor. Yani taraflar yargılanacak ve en doğru kararı yargı verecek. Bir hukukçu ve haksız onca suçlama nedeniyle özgürlüğü elinden alınmış bir mağdur olarak, izin verirseniz konuşmak istemiyorum. Bırakalım hukuk kararını versin. Bizim de konuşacağımız vakit gelecektir.
- Biraz da güncel konuları sizinle konuşmak istiyoruz... Almanya’da yaşayan Müslüman toplumun son durumunu aktarabilir misiniz? İslamfobi ve ırkçılığın tartışıldığı bir Almanya’ya karşılaştığı sorunlar nelerdir?
Bugün her tarafta gizli bir ırkçılık var. Ve bu sadece bildiğimiz Nazi gruplarında değil, en yetkili mercilerde, kurum ve kuruluşlarda, hatta sokakta dahi bu ırkçılık mevcuttur. Ben çalışma gereği kamu daireleri ve mahkemeleriyle ilişki halinde olduğum için, buralarda gizli bir ırkçılığın var olduğu kanısını hep taşımışımdır. Yine Türk düşmanlığı üzerinden kat ve kat daha yüksek olan bir İslâm düşmanlığı mevcuttur. Son olaylarda gördüğünüz gibi, bazı Nazi hücreleri devlet destekli oluşturuldu ve bu tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. Tabii ki bu ortaya çıkandır, bir de ortaya çıkmayan bir sürü şeyler var. Ben iki yıl önce bir basın açıklaması yaparak, bu tür oluşumların Verfassungsschutz (Anayasa Koruma Dairesi / İstihbarat Teşkilatı) tarafından desteklendiğini belirtmiştim. Hatta bu oluşumlar, benim adımı da ölüm listesine alarak, hakaret ve küfür etti. Müslüman toplumunun kamuoyunda imajını kötüleyen, hiç şüphesiz 11 Eylül olayıdır. 11 Eylül, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, özellikle Avrupa, özelde ise Almanya'da yaşayan Müslümanlara çok büyük zararlar verdi. Müslümanlar, camiler, dernekler, kurum ve kuruluşlar adeta istihbarat teşkilatı tarafından izlenmeye başlandı. Yani ciddi bir önyargıyla, tüm İslâmi çevrelere karşı cephe alındı...
Bir de şu önemli hususu vurgulamak istiyorum… Devlet, İslâm’a hakaret eden ve Nazi gruplarına ait olan bazı internet sayfalarında şahsıma dönük anti-propagandamı yaptırıyor. Ve biliyorsunuz bu sayfalar, gündemde yer aldığı gibi İstihbarat Teşkilatı tarafından yönetiliyor. Sayfalarında, ölüm listesine alınan birçok isimler yer alıyor. Bu isimler arasında benim adım da geçiyor. Aslında Naziler beni yakından tanımazlar. Fakat öyle anlaşılıyor ki, bazı kurumlar bunları bana karşı yönlendiriyor. Yani ismimi onlara yazdırıyor. Bu da beni hedef haline getiriyor
- Yaşadığınız bu zorlu ve sancılı süreç, kişiliğinizde ve hayatınızda ne tür değişimlere yol açtı?
Türk ve Müslümanlara hizmette zirvede olduğum dönemden beni itibarsızlaştırma ve tecrit etme yoluyla etkinliğimi kamuoyu nezdinde azalttılar. Ve en büyük gayem kamuoyu huzurunda aklanmaktır. Hukuken aklanmak yeterli gelmiyor, kamu vicdanında aklanmak istiyorum. Eğer mahkeme, “Bu adam cami için para almış. Bundan dolayı cezalandırıyoruz” deseydi. Türk gurbetçilerin gözünde kahraman olarak çıkabilirdim. Fakat beni itibarsızlaştırdılar. Bilinçli biçimde engellediler. Alman devleti beni bir tehlike olarak gördü. Oysa Türk ve Müslümanların kendi değerleriyle birlikte Alman toplumuna entegre olmasını ana hedefimiz olarak belirledik. Bir gün İslâm dininin Almanya’da resmi bir din olarak tanınması, aşırı grupların etkinliğini azaltacak, dinlerin, kültürlerin birlikteliğini sağlayacak ve böylece geleceğe daha güçlü perspektiflerle yürüyen bir Almanya olacaktır.
Mart 2012, Berlin
B İ T T İ