“Kendi kendini yönetmek için yola çıkan bir halk, bilgi sahibi olmanın verdiği güçle silahlanmalıdır“ James Madison
Seçimler yaklaştıkça basın üzerindeki baskıların artması yalnızca basın özgürlüğü açısından değil, aynı zamanda demokrasi açısından büyük bir endişe kaynağı. Gazetelerin ofislerinin bir iktidar milletvekilinin bulunduğu parti gençlik kollarınca basılması, cam çerçevenin indirilmesi, yandaş basında iktidar yanlısı olmayan gazetecilerin yaşamlarına yönetilen tehditler, işlerine son verilen ya da istifaya zorlanan yüzlerce önemli-gazeteci yazar, hükümeti ya da Cumhurbaşkanını eleştiren gazetecilere açılan davalar, Hürriyet gazetesine “terör örgütü propagandası” iddiası ile soruşturma başlatılması, artan boğucu baskının somut örnekleri.
Türkiye’de basın özgürlüğünün geriye gittiği meydanda. Uluslararası basın organları da bunu saptamış bulunmakta. Örneğin, basın özgürlüğü konusunda çalışan, Özgürlük Evi’nin 2014 raporunda, Türkiye “kısmen özgür” ülkeler kategorisinden “özgür olmayan ülkeler” kategorisine düştü. Türkiye’de basın özgürlüğü, Bangladeş, Endonezya, Uganda, Kenya’dan daha sınırlı. Örgüt’ün 2015 raporunda, Türkiye’nin son 10 yılda basın özgürlüğü alanında en kötü performansını gösterdiği ve basın özgürlüğü konusunda en hızlı gerileyen ülkelerden biri olduğunu belirtiyor.
Benzer eleştirileri, Uluslararası Af Örgütü, Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü, İnsan Hakları İzleme Örgütü gibi örgütlerin raporlarında, AB izleme raporlarında, Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi, İnsan Hakları Komiseri’nin raporlarında da bulabilirsiniz. En son AB Komisyonu ve ABD Beyaz Saray Sözcüsü, Türkiye’de basın özgürlüğünün içinde bulunduğu durumdan duydukları kaygıları belirten açıklamalar yaptılar.
Buna karşılık iktidar yanlısı çevreler bu raporları ciddiye alıp Türkiye’de bazı işlerin iyi gitmediğini, bu durumu düzeltmek için ne yapmak gerektiğini düşünecek yerde, tüm eleştirileri görmezlikten geliyorlar ve şu argümanı ileri sürüyorlar; “Evet ama Türkiye’de basın organlarının çoğunluğu muhalif. Bu yazılı ve görsel basında hükümet sürekli eleştiriliyor “Bu görüş iki bakımdan yanlış. Gezi direnişinden bu yana, işlerine son verilen çok sayıdaki sütun yazarlarına bakın. Bunların ortak yanları, kamuoyu oluşturabilen güçlü kalemler olmaları ve iktidarı eleştirmeleri. Sonuçta, muhalif basında işine son verilen gazetecilerin sayısı kalanlardan daha fazla. İkinci yanlış şurada; işe son vermeler, açılan davalar, kalanlar üzerinde önemli bir caydırıcı etki yapıyor. O nedenle muhalif basında bir oto sansür havası egemen.
Seçimler yaklaştıkça basın üzerindeki baskıların artması, seçimlerin özgür bir seçim olmasını engelleyici nitelikte. Basın özgürlüğü, bir yandan halkın bilgi edinmesini sağlar, öbür yandan basının iletişim kurma hakkını güvence altına alır. Özgür bir seçim için, özgür bir basının varlığı şu nedenlerle önemli:
a. Birincisi, bilgilendirme yönü. Yurttaşların seçimlerde tercihlerini serbestçe yapabilmeleri için ülkede olup bitenler, siyasetçilerin davranışları hakkında doğru bilgi sahibi olmaları gerekli. Bu husus, aynı zamanda, seçmenin gerçek iradesini ve yararını anlamak bakımından da önem taşır.
b. İkincisi eleştiri yönü. Basın demokrasinin bekçisi. Bu rolü gereği gibi yerine getirebilmesi için siyasal iktidarı serbestçe eleştirebilmeli, iktidarın demokrasi ile bağdaşmayan uygulamalarını halkın dikkatine getirebilmeli.
c. Üçüncü koşul eşitlik koşulu. Basının bir bölümü iktidar yanlısı haberleri, hiçbir sınırlamaya tabi olmaksızın verirken, basının muhalif bölümü türlü baskılar altında, oto sansür ve korku içinde halkı bilgilendirmek zorunda kalırsa, hele TRT gibi bazı televizyon kanalları muhalefet kanallarına kapalı ise eşitlik ilkesi ihlal edilmiş olur.
Bu üç ilkenin ihlali, halkın doğru ve yeterli bilgi sahibi olmadan oy kullanması, halkın iradesinin sakatlanması ve gerçek iradesinin sandığa yansımaması sonucunu doğurur. Özgür, adil, dürüst bir seçim sadece sandığa atılan oyların doğru sayımı ile sınırlı değil. Basının özgür olmadığı bir ülkede, seçimlerin meşruiyetine de gölge düşer.
Bu noktada, Cumhurbaşkanı’nın seçimlerde Anayasa’nın öngördüğü tarafsızlığı bir yana bırakıp bir seçim kampanyası yürütmesinin üzerinde durmak gerekir. Ortada şöyle bir çelişki var. Bir yandan Cumhurbaşkanı, Anayasa’nın öngördüğü partiler üstü, tarafsız hakem rolünü terk edip, aktif siyasetin içine girerek bir siyasal partinin başkanı gibi davranmakta sakınca görmemekte, öte yandan kendisine yöneltilen eleştirilere büyük bir tahammülsüzlük göstererek basın organlarına dava açmakta, her türlü baskıya başvurmakta. Durumun en son örneğini, Nokta Dergisi’ne açılan davada ve buna bağlı olarak getirilen internet yasağında görmekteyiz.
Bu bağlamda AİHM’in iki kararında yer alan ilkeleri anımsamak yararlı olabilir.
Lingens│Avusturya (1986 davasında), Avusturya’daki seçimlerden sonra liberal parti başkanı, Friedrich Peter, Başbakan Bruno Kreisky ile koalisyon müzakereleri yürütürken, savaşta Nazi’lere hizmet etmekle suçlanır. Başbakan Kreisky koalisyon ortağını koruyunca da, Lingens’in editörlüğünü yaptığı dergide, Kreisky “aşağılık bir fırsatçı”, “ ahlaksızlık” ve “haysiyetsizlik” sözcükleri kullanılarak eleştirilir. Kreisky’nin açtığı hakaret davasında, Lingens mahkûm olur.
AİHM, kararında şu görüşlere yer verir: “Siyasetçileri eleştiri sınırı diğer bireyleri eleştiriden daha geniştir. Siyasetçi, siyasete girmekle, her sözünün ve davranışının basın ve kamuoyu tarafından incelenmesine kendini açık bir hale getirmiştir. Bu nedenle daha geniş bir hoş görüye sahip olması gerekir”. Ayrıca “değer yargıları ile olgular arasında bir ayrım yapmak gerekir... Değer yargılarının kanıtlanması olanağı yoktur. Kreisky hakkındaki sözler değer yargısı niteliği taşımaktadır.”
Bu nedenlerle, AİHM Lingens’e verilen cezanın “demokratik bir toplumda” yeri olmadığı ve Sözleşmenin ifade özgürlüğüne ilişkin 10. Maddesinin ihlal edildiği sonucuna vardı.
Oberschlick│Avusturya (1997) davasında, Avusturya Özgürlük Partisi’nin Başkanı Haider’in, 2. Dünya Savaşı’nda savaşan askerlerin barış ve özgürlük için savaştıklarına ilişkin sözleri bir dergide yayınlanır. Dergi’nin editörü, haberin altına Haider için “Nazi’den çok, bir aptal ”notunu düşer. Haider’in açtığı hakaret davasında mahkûm olur.
AİHM, yukarıdaki Lingens davasında belirtilen gerekçelerle, Oberschlick’e verilen cezanın 10.maddenin (ifade özgürlüğü) ihlali olduğuna karar verdi.
Bu vesileyle, Taner Akçam│Türkiye (2011) kararına değinmek de yararlı olabilir. Bu kararda, AİHM, savcının açtığı soruşturma takipsizlik kararı ile sonuçlansa bile, soruşturma açılmasının yarattığı caydırıcı etki ve baskının basın özgürlüğünü ihlal ettiği sonucuna varmıştı.
ABD Yüksek Mahkemesi Başkanlığı’nı uzun yıllar (1969-1986) üstlenmiş olan Warner Burger basın özgürlüğü ile siyasetçilere yöneltilen hakaret ya da suçlamalar arasındaki dengeyi şöyle kuruyor:
“Gerçek olmayan yolsuzluk ya da yasadışı davranışlar iddiaları elbette zarar verici niteliktedir. Bazen siyasetçilerin siyaset dışı kalmalarına bile yol açabilir. Ancak bu terazinin bir kefesidir. Yüzyıllar boyunca edindiğimiz deneyimler göstermektedir ki, terazinin dengesi ifade özgürlüğü lehine kurulmalıdır.”
Türkiye’deki terazinin kefesinde basın özgürlüğü ile birlikte yaklaşan seçimin serbest, halkın gerçek iradesinin yansıtıldığı bir seçim olması sorunu var.
Basının halkı bilgilendirme görevini serbestçe yerine getiremediği bir ülkede, seçimlerin de serbestliğinden söz edilemez.
*Görseldeki çizim Trayko Popov'a aittir.