Ortada tuhaf bir durum var. "İnsan olmak nedeniyle sahip olunan haklar, hukuk devletinin varlık sebebidir." "Bu değerler (toplumsal uzlaşı, başkalarının haklarına saygı, eşitlik) aynı zamanda demokrasinin içini dolduran bir işlev görmektedir. Kimsenin insan haklarını ortadan kaldırma özgürlüğüne ya da özgürlükleri yok etme hakkına sahip olmadığı bir eşik de belirlenmektedir." "Devletin ödevi, hak ve özgürlükleri korumak ve geliştirmek, demokratik sistemi insan hakları ekseninde güçlendirmektir." Bunlar, İnsan Hakları Eylem Planı'ndan alınan cümleler. Hepsi doğru ve güzel ifadeler. Okudukça, böyle insan haklarına saygılı, özgür, demokratik bir ülkede yaşamanın verdiği mutluluk bütün benliğimizi sarıyor.
Derken gözüm, dünyada ünlü, sözüne güvenilir bir sivil toplum kuruluşu olan "Özgürlük Evi"nin 2020 yılı raporuna takılıyor. Türkiye, "özgür olmayan ülkeler" kategorisinde. Özgürlük notu, 100 üzerinden 32. Basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü, akademik özgürlük, toplantı özgürlüğü konularında Türkiye'nin puanı 4 üzerinden 1. İfade özgürlüğü konusunda, keyfi tutuklamalar karşısında insanların konuşmaktan korktukları belirtiliyor. 47 gazetecinin cezaevinde bulunduğuna işaret ediliyor.
Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri'nin raporuna bakıyorum. Türkiye'de meşru muhalif görüşlerin bastırıldığını ve bunun yargı eliyle yapıldığını, ifade özgürlüğündeki geriye gidişle, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığındaki aşınmanın el ele yürüdüğünü söylüyor. Aynı görüşleri, Avrupa Birliği (AB) İzleme Raporları'nda da buluyorsunuz.
Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesi'nde Ekim 2020'de kabul edilen Türkiye ile ilgili bir karar, hukuk devleti, yerel demokrasi, insan hakları alanlarında ağır eleştiriler içeriyor. Kararla ilgili görüşmelerde, ilk kez Türkiye'nin Avrupa Konseyi üyeliği sorgulanıyor. Türkiye, Avrupa Konseyi denetim mekanizmasından çıktıktan sonra 2017 yılında "insan hakları,demokrasi ve hukuk devleti konularındaki ciddi endişeleri tatmin edici bir biçimde ele alana kadar" yeniden mekanizma kapsamına sokuldu.
Bunları yan yana koyunca, insan ister istemez "Hangisi doğru?" diye soruyor. İnsan Hakları Eylem Planı'nda yazanlar mı yoksa, uluslararası insan hakları kuruluşlarının Türkiye'ye ilişkin saptamaları mı?
Sonra, eylem planı açıklanırken olup bitenlere bakıyorsunuz. Birçok muhalif milletvekilinin fezlekeleri Meclis'e geldi. Oylanıp dokunulmazlıkların kaldırılması, tutuklanıp cezaevine konulmaları olasılığı var. İkinci büyük muhalefet partisi HDP'nin kapatılması gündemde. Türkiye, AİHM kararlarını uygulamamakta ısrar ediyor. Hukuka aykırı olsa bile, Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala'yı cezaevinde tutmakta kararlı. İrfan Fidan'ın Anayasa Mahkemesi (AYM) üyeliğine atanmasındaki dayanılmaz yükseliş ve Yargıtay yargıçlarının oyları, yargının ne denli bağımsız olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Boğaziçi Üniversitesinde barışçı protestolarda bulunan öğrencilerin "terörist" olarak nitelendirilmesi, polisin öğrencileri kelepçeleyip göz altına alması, öğrencilerin tutuklanması, özgürlüklere bırakılan alanı ortaya koydu.
İnsan Hakları Eylem Planı böyle bir ortamda açıklandı. Şimdi bu eylem planına inanmamız, onu alkışlamamız isteniyor. Türkiye'nin çok ciddi insan hakları, hukuk devleti sorunları olduğu gerçek. Bu sorunlara çözüm getirmek yolunda gerçek bir siyasal irade varsa, o zaman başka türlü bir eylem planı yapılması gerekirdi. Temel sorunlara doğru tanıyı koyan ve bu sorunlara somut çözüm önerileri içeren bir eylem planı yapılabilirdi. Böyle yapılmamış. Onun yerine son derece yaygın, sorun olsun olmasın her konuyu içeren ama hiçbir soruna somut çözüm getirmeyen, devletin hiçbir taahhüt altına girmediği bir plan hazırlanmış. Bu eylem planının insan hakları, hukuk devleti konularında bir farkındalık yaratmasını beklemek iyimserlik olur.
Birkaç örnekle bu sonuca nasıl vardığımı açıklayayım:
Oysa bu konuda AİHM standartlarına uyum sağlanarak ancak şiddet ve şiddete teşvik, kişilik haklarına saldırı, nefret suçu nedenleriyle ifade özgürlüğünün sınırlandırılabileceği, bu yönde yasal değişiklikler yapılacağı belirtilebilirdi. Bu bağlamda TCK'daki Cumhurbaşkanı'na hakaret gibi özel bir koruma getiren ve ifade özgürlüğünün üstünde Demokles'in Kılıcı gibi sallanan, ya da terör örgütü üyesi olmamakla birlikte terör örgütü adına suç işlemek gibi belirsiz, öngörülebilir olmayan suçların kaldırılacağı söylenebilirdi. Ayrıca AİHM'in öngörülebilir olmadığını söylediği TCK 314 ile 301,216 gibi maddelerde değişiklik yapılacağı, Terörle Mücadele Yasası'ndaki nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan terör tanımının da yeniden yazılacağı gibi somut önlemlere yer verilebilirdi.
Tutuklamalarda en önemli rol, Sulh Ceza Hakimlikleri'ne düşüyor. Eylem Planı'nda Sulh Ceza Hakimlikleri'nin kararlarına karşı dikey itiraz usulünün getirileceğinin söylenmesi önemli bir gelişme. Böylelikle Sulh Ceza Hakimleri'nin kararlarına ancak başka bir sulh ceza hakimliğinde itiraz edilmesi gibi, bu hakimlikleri kapalı devre yapan uygulamadan kurtulacağız. Ama tutuklama sorununun çözülmesi için bu yeterli mi? Uygulamalardan ve AİHM kararlarından görüldü ki, Sulh Ceza Hakimlikleri denemesi iyi sonuç vermedi. O zaman Sulh Ceza Hakimliklerini kaldırıp hem soruşturma, hem kovuşturma aşamalarında tutuklama kararlarını davanın esas yargıcına bırakmak daha doğru olmaz mı?
Eylem Planı'nda katalog suçların kapsamının daraltılacağı belirtiliyor ama hangi suçların kapsam dışında bırakılacağı açıklanmıyor. Ayrıca, katalog suçlar bakımından "somut delile dayanma şartı" getirileceği belirtiliyor. Bunlar bir yanlışın düzeltilmesi bakımından olumlu adımlar. Ne var ki, katalog suçlar zaten olmaması gereken bir sınıflandırma. Katalog suçlara giren suçlarda yargıç, kaçma ya da kanıtları yok etme riski bulunup bulunmadığını incelemeksizin tutuklamaya karar verebiliyor. Tutuklamanın zaten çoğu kez yanlış uygulandığı bir ülkede, bir de böyle bir varsayımdan hareketle tutuklamanın kolaylaştırılması, tutuklama uygulamalarını büsbütün çığırından çıkarıyor. O nedenle Eylem Planı'nda bu konuda gerçek bir reform yapılmak isteniyorsa, katalog suçların kaldırılması öngörülebilirdi.
Eylem Planı'nda bu konuda yer alan hususlar, yargı bağımsızlığı konusunda bir beklenti yaratmıyor. Yargıç teminatının güçlendirilmesi, yargıçların nakil ve terfilerinde iyileştirmeler yapılması, soruna çözüm getirecek önlemler değil. Yargı bağımsızlığının anahtarı, Hakimler ve Savcılar Kurulu (HSK). HSK'nın yapısı değiştirilmeden, HSK üyelerinin seçim usulünde değişiklik yapılıp bağımsız bir yapıya kavuşturulmadan, Adalet Bakanı'nın HSK Başkanlığı'na, müsteşarının da doğal üyeliğine son verilmeden, yargı bağımsızlığını, dolayısıyla yargıçların korkmadan karar vermelerini sağlamak olanaksız. Oysa Eylem Planı'nda HSK ile ilgili tek bir cümle yok.
İnsan haklarının uluslararası standartları var. Bu standartları insan hakları sözleşmelerinde buluyorsunuz. Uluslararası sözleşmelere uyum sağlamak aynı zamanda bu sözleşmelere taraf olmamızın getirdiği bir yükümlülük. Oysa Eylem Planı'nda uluslararası sözleşmelerden, bu sözleşmelere uyum sağlamaktan söz edilmiyor. Bundan sanki özellikle kaçınılmış gibi bir izlenim veriyor.
Eylem Planı başka türlü olabilir miydi? İnsan hakları, hukuk devleti ve demokrasiyle yakından bağlantılı. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin girişinde insan haklarının en iyi demokrasiyle korunacağı belirtilir. Türkiye'deki uygulamalar da demokrasiden uzaklaşıldıkça insan hakları ihlallerinin arttığını gösteriyor. Böyle olunca Türkiye'de geçerli olan rejim çerçevesinde, insan hakları alanında ciddi bir reform beklemek yersiz bir iyimserlik olur.
Eylem Planı bu haliyle daha çok dış dünyaya yönelik bir paket görünümü taşıyor. Avrupa Konseyi çerçevesinde giderek sertleşen eleştirileri, 23 Mart'ta toplanacak AB zirvesinde yaptırımların gündeme gelmesi olasılığını, Eylem Planı'nın yapılmasına ve şu sırada açıklanmasına yol açan nedenler olarak görmek olanaklı.
Türkiye'de insan hakları, hükümetten gelecek görünüşte reform belgeleriyle değil, temel hak ve özgürlükleri talep edenlerin bir araya gelerek tek bir sesle taleplerini ileri sürmeleriyle düzelir.