Covid-19 salgını döneminde insan haklarının önemi arttı. Bunun iki nedeni var. Koronavirüs, bütün dünyada en temel insan hakkı olan yaşama yönelik bir tehdit oluşturdu. Buna bağlı olarak, devletlerin yaşam hakkını korumak için gereken önlemleri alma yükümlülüğü ön plana çıktı. Başka bir neden, salgına karşı alınan önlemlerin temel hak ve özgürlükleri sınırlayıcı olmaları nedeniyle insan haklarıyla yakından ilişkili. Dolayısıyla, Koronavirüs salgınına verilecek yanıt da insan hakları merkezli olmalı.
İnsan hakları hukukunda, "salgın hastalıklar" insan haklarını sınırlandırma nedenlerinden. Nasıl ki, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 5(1)e maddesi salgın hastalık nedeniyle bireylerin özgürlüklerinden yoksun bırakılabileceğini öngörür. Sözleşme'nin özel yaşam, din ve vicdan özgürlüğü, ifade özgürlüğü, toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğü haklarını düzenleyen 8-11 maddeleri, salgın hastalık gerekçesiyle bu hakların sınırlandırabileceğini belirtir. Ancak sınırlandırmalar keyfi olamaz. Sınırlandırmaların hukuka uygun olması için bir yasadan kaynaklanması, yasanın açık, öngörülebilir olması, meşru bir amaca hizmet etmesi (salgın hastalık bir meşru amaç), demokratik bir toplum için gerekli olması, elde edilmek istenen amaçla orantılı olması, ayrımcılığa yol açmaması gerekir. Ancak bu koşullara uygun önlemler meşru sayılır.
Koronavirüs'ün yarattığı sınır tanımayan tehdit, tüm insanlık için aynı. Bu konuda bir eşitlik var. Ancak virüse karşı alınan önlemler, toplumlarda mevcut eşitsizlikleri derinleştirdi ya da yeni eşitsizlikler doğurdu. Korona'dan korunmak için birçok ülkede sokağa çıkma yasağı getirildi. İnsanların evde oturması istendi. Ne var ki, düşük ücretli işlerde çalışanların evde oturmaları olanaksız. Otururlarsa işlerini kaybederler. Sağlık çalışanları, süper market işçileri, kasiyerler, temizlik işçileri, otobüs, TIR şoförleri, limanlarda, inşaatta, madenlerde çalışan işçiler işe gitmek zorundalar. İşe gidince, Korona'ya yakalanma riskiyle karşı karşıya kalıyorlar. Üstelik bu insanların çoğu koruyucu malzemeye sahip değil ve kalabalıklarla burun buruna çalışmak zorunda. Başka bir deyişle, düşük ücretli işlerde çalışmak zorunda olanlar virüsle ilgili önlemlerin dışında kalıyorlar. Bu da sağlığa erişme hakkının bir ihlali.
Bunun yanında Koronavirüs, toplumda en az korunanların kırılganlıklarını arttırdı. Yoksullar, evsizler, engelliler, mülteciler, göçmenler, cezaevinde bulunanlar, virüse karşı korunmasız ya da daha büyük risk altında. Salgın nedeniyle eve kapanan kadınlara karşı erkek şiddeti de artmış durumda.
Birçok insan bakımından koruma önlemleri anlamsız. Örneğin, BM istatistiklerine göre, dünyada 2,2 milyar insan suya erişme olanağına sahip değil. Ya da göçmen kamplarında temizlik için yeterli su ve sabun verilmediği biliniyor. Bu insanların sık sık ellerini yıkamaları beklenemez. 1,8 milyar insanın ya barınacak evi yok, ya da çok kalabalık evlerde sağlıksız koşullarda yaşıyorlar. Bu insanlardan sosyal mesafeyi korumaları nasıl istenir? Bu örnekler de gösteriyor ki, yoksulluk başlı başına Koronavirüs'ü yakalama riskini arttıran bir etken.
Risk sadece virüsten kaynaklanmıyor. Önlemlerin de olumsuz etkileri var. İş yerlerinin kapanması ve işsizlik yeni bir prekaryalaşan kitle ortaya çıkardı. Bu insanların ailelerini geçindirmek için gelirleri yok. İşsizliğin yanı sıra gıda fiyatlarındaki büyük artış, gıdaya erişimi güçleştirdi.
Virüsün doğurduğu yeni eşitsizliklere iyi bir örnek, Türkiye'de çıkarılan infaz yasası. Aslında örtülü kısmi af olan bu yasanın çıkarılma gerekçesi olarak Koronavirüs gösteriliyor. Ancak yasa, 100 bin kadar adi suçluyu salıverirken, iktidara muhalif olmaları nedeniyle cezaevinde bulunan siyasal mahkumları, gazetecileri bu yasanın dışında bıraktı. Tutukluları da yasa kapsamına almadı. Böyle bir eşitsizlik nasıl hakkaniyete uygun bir önlem olarak kabul edilebilir?
Korona insan hakları üzerinde çelişkili etkiler doğuruyor. Bir yandan insan hakları önem kazanırken, öbür yandan insan hakları daha çok ihlal edilmekte. Virüs, popülist otoriter rejimlerin eline temel hak ve özgürlükleri bastırmak için yeni bir koz verdi. BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Michelle Bachelet, 15 Mayıs'ta yaptığı konuşmada, bazı hükümetlerin virüse karşı koruma önlemlerinin muhalefeti susturmak için kullandıklarını söyledi.
Macaristan'da hükümete çok geniş yetkiler veren bir yasa kabul edildi. Buna göre, Başbakan Orban bundan böyle ülkeyi kararnamelerle yönetebilecek.
ABD'de Trump, kriz döneminde giderek daha otoriter bir tutum almaya başladı. Toplumu daha fazla kontrol altına almaya çalışıyor.
Brezilya'da hükümet resmi makamlardan bilgi isteyen dilekçe sahiplerine yanıt verme süresini kaldırdı. Yani yanıt verilmeyecek.
İran'da, Çin'de basın üzerindeki baskılar arttı. Kamuoyuna Korona'yla ilgili bilgi vermek güçleşti. Çin'de hükümetin Korona politikasını eleştiren gazetecilerin kaybolduğu görülüyor. Bu örnekleri çoğaltma olanağı var.
Türkiye'de birçok sosyal medya kullanıcısı "mesnetsiz ve halkı tahrik edici" bilgiler verdikleri için, 7 gazeteci yaptıkları haberler nedeniyle tutuklandılar. Üç televizyon kanalına, vaka sayısının resmi rakamları üstünde olabileceğine ilişkin söylemlere yer verdikleri için RTÜK tarafından ceza verildi. HDP'nin demokrasi yürüyüşünü yasaklayan valilerin gerekçesi Koronavirüs ve sosyal mesafenin korunamayacağı. Bunu sağlayacak önlemlerin alınması yerine, hakkın özünü ortadan kaldıran bir yasaklamaya gidildi.
Bütün bunlara karşı halkın tepkisi ne oluyor? ABD'de toplumun değişik kesimlerini temsil eden 3 bin kişi arasında yapılan bir kamuoyu araştırmasında, Korona döneminde uygulanan 8 önlem soruldu. Bu önlemlerin hepsi ABD Anayasası'na aykırı. Ancak verilen yanıtlar, halkın büyük ölçüde bu önlemleri desteklediğini gösteriyor. yüzde 85'i ABD vatandaşı olmayanlara ülkeye giriş yasağını, yüzde 78'i sağlık çalışanlarının yaşamları tehlikede olsa bile çalışmaları gerektiğini destekliyor. Bu kamuoyu araştırması, halkın çoğunluğunun salgın hastalıkla mücadele için insan haklarının ihlal edilmesini kabul edebildiğini ortaya koyuyor. Geçmiş deneyimler de gösteriyor ki, insanlar kriz durumlarının doğurduğu belirsizlikler karşısında, "güçlü" liderlere dönüyorlar, çözümü onlarda arıyorlar.
Koronavirüs krizi döneminde insan hakları bakımından, yukarıda değinilen iki belirgin eğilimin ortaya çıktığı görülmekte. Bir yandan daha eşitliksiz bir dünya, öbür yandan otoriter, popülist liderlerin yetkilerinin arttırdığı, daha otoriterleştiği rejimler. Bu iki eğilim de kriz sona erdikten sonra etkilerini sürdürecek. Her ikisi de insan hakları bakımından olumsuz sonuçlar doğuran eğilimler.
Eşitlik, insan haklarının bir ön koşulu. Eşitsizliklerin olduğu yerde insan haklarından da söz edilemez. Büyük eşitsizliklerin olduğu bir toplum, insan haklarının gerçekleşmesi için gerekli koşullardan yoksundur. Hannah Arendt'in hak sahibi olma hakkı görüşüne göre, insan hakları doğuştan sahip olunan haklar değildir. Bazı insanlar hak sahibi olma hakkından yoksundurlar. Hak sahibi olma hakkı, herkesin hakları eşit olarak ileri sürebildiği ve talep edebildiği bir dünya yaratmak anlamına gelir. İnsan hakları, ancak talep edilebildikleri takdirde vardır. Hakların eşit olarak talep edildiği bir dünya inşa etmenin ön koşuludur eşitlik.
Korona sonrasında giderek otoriterleşen, eşitsizlik yapılarını yeniden üreten rejimlerde, hakların ileri sürülmesi olanağı yok. Bu gibi rejimlerde hak talepleri, rejimin işleyişinde hiçbir role sahip değil. Bu rejimlerin çoğu eşitsizlikleri ortadan kaldıracak kaynaklara da sahip olmadığından, yoğunlaşan hak talepleri karşısında şiddete başvurma yolunu seçerler.
Korona sonrasında insan haklarının ne yönde gelişeceğini düşünürken, toplumsal ekonomik eşitsizliklerin her zaman bir direniş potansiyeli taşıdığı gerçeğini unutmamak gerekir. ABD'de başlayan, İngiltere, Avustralya, Yeni Zelanda'ya kadar yayılan protestoları sadece George Floyd'un polis tarafından öldürülmesiyle sınırlı olarak görmek yanlış olur. Bu protestoların altında büyük eşitsizliklere karşı direniş yatmakta.
Koronavirüs dönemi sona erdikten sonra sürecek eşitsizlikler, Korona korkusunun kalkmasıyla hak taleplerinin ileri sürüldüğü toplumsal eylemlere dönüşebilir. Bu dönüşümün hangi noktada gerçekleşeceği, her ülkenin koşullarına göre değişir.
Korona öncesinde de dünya genelinde görülen, "demokratiksizleşme" süreci, Koronavirüs'ün katkısıyla büsbütün derinleşmiş bulunmakta. Bu süreci tersine çevirecek bir "demokratikleşme" sürecini başlatmak gerekir. Bunun için önce Korona döneminde büyük boyutlara ulaşan eşitsizlikleri ortadan kaldırmaya yönelik talepleri etkili bir biçimde dile getirmek önem taşıyor. Eşitlik, demokrasiye giden yolun en önemli dönemecidir.