İnsan hakları statükoyu reddeden ve değiştirmeye çalışan devrimci bir kavram. Tahakküm ve baskı altında yaşayanların verdiği mücadelenin bir parçası. Nasıl ki, insan haklarının iki temel belgesi olan 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirisi ile 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi ezilenlerin otoriteye karşı verdikleri mücadelenin sonucunda ortaya çıkmış metinler; günümüzdeki kadın hakları ya da ekolojik hak talepleri de gerçekte birer insan hakkı mücadelesi.
İnsan haklarıyla demokrasi ve hukuk devleti arasında yakın bir bağlantı var. İnsan hakları ancak demokrasiyle yönetilen, hukuk devleti ilkelerinin geçerli olduğu ülkelerde yaşayabilir. Demokrasilerde iktidarı bireysel ya da toplu olarak eleştirmek ifade özgürlüğü ve toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğüne girer. Şiddete başvurulmadıkça, iktidar bu özgürlüklerin kullanılması karşısında hoşgörülü davranmak hatta temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasını korumakla yükümlü. Fransız düşünür Balibar’ın dediği gibi, bir ülkede itaatsizlik olanağı yoksa, itaatin meşruiyeti de yoktur.
Demokrasiyle yönetilen devletlerle demokrasiyle yönetilmeyen devletlerde insan hakları farklı anlamlar taşır. Demokrasiyle yönetilen devletlerde insan hakları bireyin çevresinde, devletin giremeyeceği bir alan oluşturur. Bireyin temel hak ve özgürlüklerini koruyan bu alan aynı zamanda devletin egemenliğinin sınırlarını da çizer. Otoriter rejimlerde bu alan ortadan kalkar. Devletin kontrolüne girer. İnsan hakları devlet izin verdiği ölçüde vardır. Devlete ayak bağı oluşturmaz. Bu tür rejimlerde hukuk devleti de rafa kaldırıldığından, temel hak ve özgürlükler yargı güvencesinden yoksundur.
Demokrasiyle yönetilen ülkelerde insan hakları gündelik yaşamın doğasındadır. İnsan hakları talebi ancak bu haklardan yoksun bırakılınca ortaya çıkar. Otoriter rejimlerde ise, demokratik ülkelerde temel hak ve özgürlük olarak görülen eylemler ve düşünceler yasaklanmıştır. Bu eylemlere kalkışanlar ya da makbul olmayan düşünceleri ifade edenler düşman olarak görülür. Kimin düşman olduğuna karar verecek olan iktidardır. Yargının görevi ise bu kişileri cezalandırarak muhaliflere gözdağı vermektir.
Bu nedenle, otoriter rejimlerde insan hakları demokrasi mücadelesinin bir parçası, onun bir aracıdır. Tahakküme, baskıya karşı direniş gerçekte insan haklarının kullanılması talebidir.
Osman Kavala davası bu bakımdan çarpıcı bir örnek. Aslında Gezi davasında yargılanan Osman Kavala ve arkadaşları değil, Gezi direnişinin kendisi. Gezi’nin hükümeti devirmek için önceden planlanmış bir eylem olduğu yolunda bir mahkeme kararının çıkması ve Gezi’nin mahkûm edilmesi isteniyor. Ancak bir toplumsal olay mahkeme kararının konusu olamayacağından, suçu işeyen faillerin bulunması gerekir. Osman Kavala ve arkadaşları işte burada sahneye çıkıyor. Oysa, Gezi protestosu, kimsenin örgütlemediği, kendiliğinden oluşan bir halk hareketi. Bu tür protestolar demokrasiyle yönetilen bir ülkede, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi tarafından güvence altına alınan, ifade, toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğü hakkının kullanılmasıdır.
Osman Kavala ile ilgili olarak AİHM’in 10 Aralık 2019 tarihli kararı var. AİHM bu kararında, Osman Kavala’nın tutukluluğunun makul bir kuşkuya dayanmadığı ve hukuka aykırı olduğu sonucuna vardı. Ayrıca, tutuklamanın Osman Kavala’yı susturmak amacıyla yapıldığına hükmetti. Hem Sözleşme’nin tutuklamayla ilgili 5. maddesinin, hem de hak ve özgürlüklerin Sözleşme’de öngörülmeyen bir nedenle sınırlanamayacağını öngören 18. Maddesinin ihlal edildiğine karar verdi. Kararda, Osman Kavala’nın "derhal" serbest bırakılması gerektiğini belirtti.
Osman Kavala’yı yargılayan İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi, Osman Kavala’nın tahliye talebini reddederek AİHM kararını uygulamadı. Böylece Sözleşme’nin yeni bir ihlaline yol açtı. Ayrıca, Savcı'dan esas hakkında görüşünü vermesini istedi. Yapılmak istenen açık; AİHM kararı 10 Mart’ta kesinleşeceğinden, ondan önce dava karara bağlanmak isteniyor. O zaman Kavala tutuklu değil, hükümlü olacağından, AİHM’in Kavala’nın derhal serbest bırakılması yolundaki kararının geçerliliği kalmayacak.
Savcı’nın hazırladığı esas hakkında görüş iddianamenin bir özeti. AİHM kararı hiç dikkate alınmamış. Sanki AİHM böyle bir karar vermemiş. Oysa AİHM’in kararında davanın esasına ilişkin önemli görüşler var.
AİHM’e göre, iddianamede Osman Kavala’nın şiddete başvurarak hükümeti devirmek istediğini gösteren kanıt yok. Kavala’nın yasal, barışçı nitelikteki eylemleri iddianamede suç işleme, yani cebir ve şiddet kullanarak hükümeti devirme niyetinin kanıtı olarak gösteriliyor. Tutuklama makul bir kuşkuyu haklı gösterecek olgulara değil, Sözleşme’de mevcut hakların kullanılması niteliğindeki yasal eylemlere dayanıyor. Örneğin, Kavala’nın yabancı bir ülkenin temsilcisiyle, gazetecilerle ya da Avrupa’dan gelen heyetlerle görüşmesi suç kanıtı olarak değerlendiriliyor. Kavala’nın yargılandığı TCK 312. madde suçun maddi unsuru olarak cebir ve şiddet kullanılmasını öngörüyor. Oysa iddianamede Kavala ile cebir ve şiddet arasında bir bağlantı kurulmamış.
Ayrıca, Osman Kavala Gezi’den dört yıl sonra tutuklandı. Dört yıl neden beklendiği hakkında hükümet bir açıklama getiremiyor. Bu nedenlerle, AİHM Sözleşme’nin tutuklamaya ilişkin 5 maddesinin ihlal edildiğine karar verdi.
Kavala’nın tutuklanmasının Sözleşme haklarının kullanılması niteliğindeki yasal eylemlere dayanması Sözleşme’nin 18. maddesinin de ihlaline yol açıyor. AİHM’e göre, Kavala’nın tutuklanmasındaki gerçek amaç, kendisinin susturulmak istenmesi ve başka STK’lara gözdağı verilmesi. Bu nedenle AİHM, Sözleşme’nin 18. maddesinin de ihlal edildiği sonuçuna vardı.
18. maddenin ihlali, yani AİHM’in, hükümetin meşru olmayan siyasal nedenlerle başvurucunun temel hak ve özgürlüğünü sınırlandırdığına karar vermesi ender görülen bir olay. AİHM 18. maddeyi şimdiye dek, Rusya, Azerbaycan, Gürcistan gibi "özürlü demokrasiler" için uyguladı. Türkiye ile ilgili olarak AİHM 18. maddeyi ilk kez Demirtaş kararında uyguladı. Bir de Kavala davasında. AİHM’in 18. maddeden ihlal bulması, o ülkedeki demokrasi ve hukuk devletinin hangi noktada olduğunu göstermesi bakımından önemli.
Savcının esas hakkındaki görüşünde, AİHM kararını görmemezlikten gelmesi kaygı verici. Oysa, AİHM’in görüşlerine esas hakkındaki görüşlerde yer verilmesi, AİHM kararlarının yasalardan önce geldiğini belirten Anayasa’nın 90. maddesiyle uyumlu olurdu.
Bir hukuk devleti hâlâ mevcutsa, bu eksikliğin esasa ilişkin kararda giderilmesi ve Osman Kavala’nın beraat etmesi gerekir.