AKP iktidarı döneminde, Türkiye’de toplum Cumhuriyet tarihinde görülmedik biçimde kutuplaştı. Toplumun ortasına bir duvar çekildi. Duvarın iki tarafındakiler birbirlerini görüyor, işitmiyorlar. Zorunlu olarak bir araya geldikleri kamusal alanlarda birbirlerinin varlıklarına katlanamıyorlar. Herkes kendisini mensup olduğu cemaatle tanımlıyor. Tehlikeli bir biçimde aidiyetlerinin içine kapanıyor. Bu noktaya gelmemiz belirli bir siyasetin sonucu. Sn. Erdoğan “milletim” dediği zaman toplumun kendini destekleyen yarısını kastediyor. Geri kalan yarısı ise düşman, terörist, hain. Bunun da ötesinde, iktidar tarafından sıkı bir biçimde denetlenen görsel ve yazılı medya tarafından otoriter bir tek adam rejiminin yoğun propagandası yapılıyor, bu temelde toplumun bütünleşmesi gerektiği mesajı veriliyor. Buna karşı çıkanlar ise türlü baskılarla karşılaşıyor.
Böyle bir ortamda, toplumdaki kutuplaştırmaya son verecek, duvarı kaldıracak bir söylemin oluşturulması çok önemli. Herkesin farklılıklarıyla birlikte var olabileceği çoğulcu bir toplum projesinin halka götürülmesi gerek. Bunun nasıl gerçekleşebileceğini Gezi direnişinde gördük.
Bunun ilk koşulu, herkesin kendi kimliğinin kabuğunu kırması, kimliğinden dışarı çıkması. Gezi’de, Müslümanların rahatça namaz kılması için koruma duvarı ören solcu gençlerin yaptığı buydu. Caddeye kurulan iftar sofrasına solcu gençlerle birlikte oturan ve yemeği paylaşan Müslümanların da yaptığı buydu.
Önemli bir düşünür olan Julia Kristeva’nın ortaya attığı ilginç bir kavram var: Bölünmüş benlik. Kendimizi, kendi benliğimize yabancı hissettiğimizde “ötekiyi” tanıyıp kabul edebiliriz. Burada söz konusu olan “ben”in yani “ego”nun parçalanması.
Farklılıklarımızla birlikte yaşayabileceğimiz bir dünyanın kurulmasının en önemli koşulu, karşımızdaki “ötekiyi” özne olarak tanımak. Karşımızdakini özne olarak tanımak kendimizin de özneleşmesine yol açar. Özne olmak bireye toplumsal oyuncu olma olanağını verir. Ancak özneleşmiş bireyler özgür toplumlar yaratabilir, otoriterliğe, baskıya karşı direniş gösterebilir.
Öte yandan, farklılıklarımızla birlikte var olacağımız yer kamusal alan. O nedenle, kamusal alanda farklılıklara yer açmak gerekli. Farklılıklarla birlikte olmak yan yana durmak demek değil. “Öteki”yle iletişim kurmak, kendimizi aşarak ötekiye ulaşmak demek. Onun sorunlarını anlamak, bunlara çözüm aramak, kendimizi “öteki”nden de sorumlu hissetmek demek.
Toplumsal uzlaşının sağlanmasının yolları, aşağıdan yukarı olduğu gibi yukarıdan aşağı da olmalı. Bu ikisi birbirini tamamlar. Birbirini teşvik eder.
Yukarıdan aşağıdan bir uzlaşının en etkili yolu güç paylaşmına dayanan bir demokrasiyi yaşama geçirmek. Mevcut başkanlık sistemi tüm iktidarın tek elde toplanması, muhalefeti ve sivil toplumu dışlaması nedeniyle toplumdaki kutuplaşmayı teşvik edici bir rol oynuyor. Bunun tersini, yeni iktidarın paylaşıldığı, muhalefetin ve sivil toplumun sistem içine çekildiği bir demokrasiyi düşünmeliyiz.
Bu amaçla Hollandalı siyaset bilimci Arendt Lijphart’ın “ortaklıkçı demokrasi” önerisinden yararlanabiliriz. Lijphart’a göre, kutuplaşmış toplumlarda çoğunluk yönetimi, demokrasiye değil otoriter rejimlere yol açıyor. Bu gibi ülkelerin gereksinimi ortaklığa, konsensusa dayalı, hiç bir grubu dışlamayan bir demokrasi anlayışı. Ortaklıkçı demokrasi bir toplumsal uzlaşı, toplumsal barış yöntemi. Ortaklıkçı demokrasi için başkanlık sistemi değil, parlamenter sistem uygun bir ortam sağlıyor.
Ortaklıkçı demokrasi önerisi şu özellikleri taşıyor:
a. Yürütmede iktidarın paylaşılması. Bu amaçla azınlığın yani muhalefetin alınan kararlarda veto yetkisine sahip olması öngörülüyor. Böylelikle, karaların karşılıklı mutabakat ile alınması amaçlanıyor.
b. Bütün grupların Meclis’te ve seçimle oluşturulan organlarda orantılı bir biçimde temsili.
c. Bütün gruplar için kültürel özerklik.
Yönetimde gerçekleştirilecek bir iktidar paylaşımı ve uzlaşı, bütün topluma yayılır ve toplumda da bir uzlaşı, birlikte yaşama anlayışının egemen olmasına yol açar.
Böyle bir sistem yavaş işleyeceği, karar almayı güçleştireceği ileri sürülerek eleştiriliyor. Ancak çabuk işleyen, toplumu kamplara ayıran otoriter bir sistem yerine, toplumsal barışı, demokrasiyi yerleştirecek bir sistem yeğlenmeli.
“Ütopya yazıları” başlığı altında yazılan dört yazı-Lidersiz Demokrasi, Katılımcı Demokrasi, Barış ve Kürt Sorunu, Uzlaşıcı Demokrasi, birbirlerini tamamlayan yazılar. Bir bütünün parçaları. Amaç bugünkü Türkiye’den farklı bir Türkiye’yi yaratma olanağının bulunduğunu göstermek, başka bir Türkiye ütopyası kurmak. Başka bir Türkiye ütopyası elbette bu dört yazı ile sınırlı değil. Kadın hakları, çocuk hakları, ekoloji, engelli hakları LGBT hakları, gibi daha pek çok konu bu ütopyanın parçaları. Ancak bu dört yazı ile yeni bir Türkiye’nin kalın çizgilerini vermeye çalıştım.
Bugün Türkiye’de, iktidara bağlı yazılı ve görsel medya aracılığıyla yaratılan gerçek olmayan bir dünyada yaşıyoruz. Gerçeklik, yaratılan imge dünyasının içinde kayboluyor. İktidarın medyası dışındaki medya çok küçük bir alana sıkışıp kaldığından halka başka bir seçenek sunma olanağı bulunmuyor. O nedenle, büyük kitleler olması gerekenin bu olduğunu, başka bir seçenek bulunmadığını, durum kötü olsa bile, şükretmemiz gerektiğini düşünüyorlar. Muhalefet ise, kendi iç sorunlarına boğulmuş durumda. Öyle olmasa bile, topluma sunabileceği bir ütopya yok.
Oysa, Türkiye’de yıkıntı halindeki demokrasinin yerine geçecek yeni bir demokrasi anlayışına gereksinim var. Eskimiş, yırtılmış giysileri bırakıp yeni bir giysi giymek gerek. Bu yeni giysi herhalde giydiğimizde insanı kaşındıran, kaba bir kumaştan yapılmış başkanlık sistemi değil.
Türkiye’nin başkanlık rejimiyle demokrasiden iyice uzaklaştığı, karikatürlerle en masum bir eleştiri yapanları bile cezaevine koyacak kadar ağır bir baskı rejiminin hüküm sürdüğü bir dönemde, yeni bir demokrasiden, yeni bir Türkiye’den söz etmenin zamanı mı, diye sorulabilir.
Türkiye’de hukuk devletini rafa kaldıran, özgürlükleri sınırlayan keyfi ve otoriter yönetime karşı bir demokrasi mücadelesi verilecekse, bu mücadelenin sadece yıkmak için değil aynı zamanda yeni bir Türkiye’yi inşa etmek için yapıldığını göstermek gerek.
Bunun için yeni bir ütopyaya ve bu ütopyayı gerçekleştirecek yeni oyunculara gereksinim var. Gençler, kadınlar, emekçiler, ezilmişler, dışlanmışlar. Yeni Türkiye ütopyası demokrasi mücadelesinin içinden çıkmalı. Ancak herşeyin başında, bireylerin eşit birer özne ve yurttaş olmaları, siyasetin temel oyuncusu, değişimin motoru rolünü benimsemeleri önemli. Böyle bireylerin oluşması, liderin peşinden körü körüne gitme, biat kültürüne teslim olma yerine demokrasi kültürünün yerleşmesine yol açar. İyiyi, kötüyü, doğruyu, yanlışı ayırt etmenin en önemli kılavuzu budur.
Seçim sonuçları ne olursa olsun,bir dönem kapanmıştır. Şimdi sorun, sona eren bir dönemin enkazından yeni bir Türkiye’nin inşa edilmesi. Bunun için de bir ütopyanın kurulmasına gereksinim var.