Anayasalar, devletin kuruluşunu, örgütlenişini ve işleyişini düzenleyen kuralları gösterir. Bu kuralları okuyarak devletin yönetim biçimini anlayabilirsiniz.
1982 Anayasası’nda 2017 yılındaki referandumla yapılan değişikliklere baktığımızda tüm iktidarın Cumhurbaşkanı’nda toplandığı, buna karşılık demokrasinin temeli olan iktidarı sınırlayan fren-denge mekanizmalarının bulunmadığı bir yönetim biçimi getirildiğini görürüz.
Bu yönetim biçiminin yarattığı toplum ise siyasal bakımdan kutuplaşmış, ekonomik bakımdan yoksullaşmış, eşitsizliklerle dolu bir toplumdur. Önümüzdeki seçimlerde bir iktidar değişikliği olursa, yeni iktidar bütün kurumlarıyla çökmüş bir devlet, kutuplaşmış, yoksullaşmış bir toplum devralacak. Bir yandan devleti, demokrasiyi, hukuk devletini kurmak, öte yandan yeni bir toplum yaratmak gibi başarılması son derece çetin bir işin altından kalkması gerekecek.
Yeni bir anayasayı düşünürken nasıl bir devlet-toplum ilişkisi istediğimize, hangi sorunlara çözüm aradığımıza karar vermemiz gerekir. Bunun için önce mevcut sorunlara doğru teşhisi koyabilmeliyiz.
Türkiye’de gücün tek elde toplanmasının, hukuk devletinin rafa kaldırılmasının, özgürlüklerin bastırılmasının doğurduğu bir demokrasi sorunu vardır. Yoksullaşma ve bunun getirdiği eşitsizlik sorunu vardır. Etnik ve dinsel farklılıkların ortaya çıkardığı sorunlar vardır. Kadınların ve farklı cinsel grupların sorunları vardır. Ekolojik sorunlar vardır. Yurt içinde ve dışındaki politikaların şiddet ekseninden çıkarılarak barış eksenine oturtulması sorunu vardır.
Bir iktidar değişikliğinde yapılacak ilk iş, liberal demokrasinin hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı, laiklik gibi temel kurumlarını yeniden kurmak ve işler hale getirmek olacak. Aynı zamanda sosyal devlet önlemlerini uygulamaya koyarak topluma nefes aldırmak, eşitsizlikleri en aza indirmek gerekecek. Bunun için de toplumun en altındakilere ulusal gelirden büyük bir pay vermek zorunlu olacak.
Bütün bu önlemler başarıyla uygulansa ve parlamenter demokrasi bütün kurallarıyla işlese bile geçmiş deneyimlerimiz şunu göstermekte: a. Seçimle demokratik yoldan işbaşına gelen iktidarlar, demokrasiden vazgeçip otoriter bir rejim kurma yoluna sapabiliyor. Parlamenter demokrasi bu olanağı veriyor. b. Lider sultası Türkiye siyasetinin değişmez bir özelliği. c. İktidara gelen çoğunluk, azınlık üzerinde tahakküm kuruyor. d. Halk siyasetin oyuncusu değil, seyircisi. Türkiye’de demokrasinin “demos”u yok. Halkın siyasetteki rolü, dört yılda bir sandığa gitmekle sınırlanmakta. Seçim bittikten sonra halkın siyasette bir rol oynaması istenmiyor. Sadece iktidarın uygulamalarını onaylaması, alkışlaması isteniyor. Toplumun siyasalsızlaştırılması (depolitizasyonu), söz konusu.
Halk siyasete yabancılaştığı içindir ki, günümüzde iktidarın ekonomik politikaları, toplumsal bir protesto hareketini haklı yapan her türlü nedeni taşımasına karşın, böyle bir hareket olmuyor. Bu politikalardan en çok zarar gören en yoksullar, aynı zamanda en sessizler, en çaresizler.
Böyle bir tablo karşısında, parlamenter demokrasiyi iktidarın paylaşıldığı katılımcı bir demokrasiyle birleştirmezsek, mevcut sorunlara çözüm bulamayacağımız gibi, iktidar gücüyle gözü kararmış liderlerin elinde aynı otoriter deneyimlerin tekrarlanmasını da önleyemeyiz. Türkiye’de her şeyin yeni baştan kurulacağı bir demokrasi deneyimi gerekiyor.
Bu amaçla yeni anayasada devlet yapısı üç ayak üzerine oturmalıdır. a. Parlamenter demokrasi b. Siyasal partilerin yürütmede temsil edilmesini öngören ortaklıkçı demokrasi c. Halkın yerelde kendini ilgilendiren konularda karar vermesini öngören katılımcı müzakereci demokrasi. Bunların dışında halkın merkezdeki karar mekanizmalarına katılmasını amaçlayan katılım haklarına sahip olması son derece önemli.
Bu tür bir devlet yapısı, yürürlükteki Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin tam tersi. İktidar yoğunlaşmasına değil, iktidarın paylaşılmasına dayanıyor. İktidarın mevcut sistemde olduğu gibi tek bir merkezde yoğunlaşması, merkeziyetçi bir yapı ve tek tip bir toplum yaratır. Buna karşılık iktidarın yürütme içinde ve merkezle yerel arasında paylaşılması, çoğulcu bir toplum, ademi merkeziyetçi bir yapı oluşturur. Aradaki fark demokratik bir toplum olup olmamaktır.
Bu sistem her şeyden önce kapsayıcı olacağından, her siyasal görüşü içine alacağından, Türkiye’deki kutuplaşmayı, çoğunluğun tahakkümünü sona erdirecek yeni bir toplum sözleşmesi niteliğinde olacak, bir toplumsal uzlaşı yaratacak. Böyle bir ortamda Türkiye’nin sorunlarına çözüm bulmak kolaylaşacak, şiddet yerini barışa bırakacak.
Ortaklıkçı demokrasi ile yerelde katılımcı demokrasi birbirlerini tamamlar. Yerelde katılımcılık ve ademi merkeziyetçilik olmadan ortaklıkçı demokrasi işlemez. Zaten ortaklıkçı demokrasi de katılım demokrasisi de iktidarın değişik düzeylerde paylaşılması anlamını taşıyor.
Ortaklıkçı demokraside yürütme organı paylaşılır. Siyasal partiler aldıkları oy oranına göre, Bakanalar Kurulu’nda temsil edilirler. Parlamenter demokrasinin, Meclis’te çoğunluğa sahip olan partinin bütün bakanlıklara sahip olması kural olarak geçerli olmaz. Ortaklıkçı demokraside partilerin oy oranına göre değil, daha önceden saptanmış kotalara göre Bakanlar Kurulu’nda temsil edildiği örnekler de vardır. Örneğin, Kuzey İrlanda Hükümeti’nde partiler oy oranlarına göre bakanlığa sahip olurken, İsviçre’de yürütme organı olan Federal Konsey’in yedi üyeliği dört parti arasında 2-2-2-1 şeklinde bölünmüştür. Bu kotalar aynı zamanda Almanca, Fransızca, İtalyanca konuşan kantonlar arasında da bir denge kurar. Devlet Başkanlığı, yedi üye arasında her yıl rotasyonla değişir. Güney Afrika’da 1994-99 yılları arasında seçimde yüzde 5 eşiğini aşan bütün partiler oy oranlarına göre Bakanlar Kurulu’nda temsil edilirdi.
Yeni Anayasa’nın başlangıcına yeni demokrasiyi, üçlü sistemi belirten bir cümle koymak gerekir. “Tüm iktidar halkındır. Halk bu iktidarı doğrudan doğruya ya da temsilcileri aracılığıyla kullanır.” gibi.
Türkiye’de katılımcı demokrasinin gerçekleşmesi için önce Anayasa ve yasalardaki engellerin kaldırılması gerekir. Seçilmiş yerel yöneticilerin yargı kararı olmadan İçişleri Bakanlığı tarafından görevden alınması gibi, Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Kongresi’nin deyimiyle “aşağılayıcı”, demokrasiyle bağdaşmayan uygulamalara ya da merkezi yönetimin, yerel yönetimler üzerindeki vesayet yetkisine (Anayasa 127. Madde) son verilmeli. Bugün yerel yönetimler üzerinde merkezi yönetimin ağır baskısı var. Merkezi yönetimin onayı olmadan yerel yönetim iş yapamaz durumda. Yeni anayasada merkez-yerel ilişkisinin yeniden tanımlanması gerekir. Türkiye’nin de taraf olduğu Avrupa Yerel Yönetim Şartı bu bakımdan yardımcı olabilir. Türkiye’nin Şart’a koyduğu çekinceleri kaldırması ve Ek Protokol’e taraf olması, yerel yönetimlerin özerkliği yönünde atılan önemli bir adım olur.
Şart’ın yeni anayasa bakımından önem taşıyabilecek bir maddesi, yasa ile yerel yönetimlerin yetki alanı dışında bırakılmayan her konuda yerel yönetimlerin yetkili olması. Başka bir maddesi de, kendilerini ilgilendiren konularda yapılacak planlamalarda ve alınacak kararlarda yerel yönetimlere danışılması zorunluluğu. (Türkiye, bu maddeye çekince koymuştur.) Türkiye’nin taraf olmadığı Ek Protokol ise herkesin yerel yönetim işlerine katılma hakkını düzenlemekte.
Yerel yönetimlerin özerkliği sağlanmadan katılımcı demokrasi uygulanamaz. Katılımcı demokrasi insanların kendilerini ilgilendiren konulardaki kararları kontrol eden bir toplum yaratma düşüncesine dayanır. Böylece insanlar kendi yaşamlarını etkileyen kararlar hakkında önerilerde bulunurlar, tartışırlar, planlarlar ve uygularlar. Bu süreç sorun odaklı olduğundan, katılımcılar arasındaki kutuplaşmalar anlamını yitirir. Toplumda barışçı ve özgürleştirici bir anlayışın yerleşmesini sağlar.
Katılımcı demokrasilerde sivil toplum örgütleri (STK’lar), önemli bir rol oynar. STK’lar seçimden seçime oy kullanıp sonra siyasetin seyircisi olmak yerine, siyasetin oyuncusu olmayı tercih eden yurttaşların kurduğu topluluklardır. STK’lar mevcut sistemi sorgulayan, eleştiren, yanlış uygulamalara itiraz eden örgütlerdir. Katılımcı demokrasi için gerekli olan “aktif yurttaşlık” bilincinin oluşmasında önemli bir rol oynarlar.
Temsili demokrasi yukardan aşağıya bir yönetim biçimidir. Bu yönetim biçimi Türkiye’de bir “yönetim krizi” doğurmuştur. Türkiye’deki kriz Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nden önce başlamıştır. Bu sisteme geri dönmek yerine şimdi tabandan yukarıya bir yönetim sistemi denemesinin zamanı gelmiştir.
Türkiye’de katılımcı demokrasinin tabandaki en yaygın örgütlenme biçimi Mahalle Meclisleri’dir. İnsanların yüz yüze gelip ortak sorunları tartıştığı, komşuluk ilişkilerine dayanan, toplumda geleneksel yeri olan mahalle, katılımcı demokrasinin başladığı en küçük ama en temel birimdir. Mahalle muhtarları, Mahalle Meclisleri’nin toplanmasında önemli rol oynayabilir. STK’lar da Mahalle Meclisleri’nin oluşumunda yardımcı olur. Mahalle Meclisleri’nin her toplantısında başkan rotasyonla değişmeli. Mahalle Meclisleri’ne katılım pasif yurttaşlıktan aktif yurttaşlığa geçiş, siyasetin öznesi olmak anlamını taşır.
Mahalle Meclisleri arasında eşgüdüm sağlayacak organ 5393 sayılı Belediye Yasası’nda yer alan ancak pek çok ilde kurulmamış ya da kurulsa bile işlevsizliğe mahkum olmuş Kent Konseyleri’dir. Kent Konseyleri’ni kurmak ve işler hale getirmek gereklidir. Ancak bunun için
yasanın değiştirilmesi, Kent Konseyleri’nin merkezi yönetimin ya da Belediye Başkanı’nın vesayetinden kurtarılması gerekir.
2012 yılında yürürlüğe giren “Büyükşehir Belediye Kanunu” ile belediye, il özel idaresi ve köy tüzel kişiliğinden oluşan üç farklı yerel yönetim büyükşehir belediyesi altında toplandı. Köylerin tüzel kişiliği kaldırıldı. Oysa katılımcı demokrasiye geçilecekse, yerel birimleri azaltmak değil, çoğaltmak ve onlara yetki devretmek gerekir.
Yerel demokrasi ademi merkeziyetçi bir yapı gerektirir.Ademi merkeziyetçi bir yapıdan söz ediyorsak, bölgeler bunun kaçınılmaz bir ögesi. Türkiye gibi geniş bir coğrafyada, merkez ile belediye arasında başka bir idari yapıya, bölgelere gereksinim var. Nasıl ki, AB’nin bölgeselleşme siyaseti yanında, Fransa’yı ademi merkeziyetçi bir yapıya kavuşturan reformların başında bölgelerin kurulması gelmekte. Şunun da altını çizmek gerekir ki, bölgelerin kurulması devletin üniter yapısıyla çelişkili değil. Fransa bunun iyi bir örneği.
Katılımcı demokrasinin ete kemiğe bürünmesi için katılımcı bütçe hakkına sahip olması gerekir. Bugün Türkiye’de yerel birimlerin mali kaynağı merkezden geldiği için son söz merkezin temsilcisi vali ve kaymakama aittir. Oysa yerelde yurttaşların kaynakların nasıl dağıtılacağını ve yatırım önceliklerini belirlemesi katılımcı demokrasinin yaşama geçirilmesinin vazgeçilmez bir koşulu. Katılımcı bütçe, bütçe komitelerinin mahalleden başlayarak kurulmasını öngörür. Mahalli bütçe komitesinde belirlenen öncelikler, kent bütçe konseyine, oradan da belediye meclisine sunulur.
Türkiye’de katılımcı demokrasi denetimleri olmuş ve başarılı sonuç vermiştir. 1979’da Fatsa’da Terzi Fikri’nin deneyimi buna iyi bir örnektir. Fatsa’da Terzi Fikri, “söz, yetki, karar halkındır” dedi ve bu ilkeyi yürürlüğe koydu. Aynı şekilde Ovacık Belediye Başkanı Fatih Maçoğlu, toplumcu belediyeciliği başarıyla uyguladı. Ardından uyguladığı bu modelle, Tunceli Belediye Başkanı oldu.
Bursa’da Nilüfer Belediyesi’ndeki halk meclisi uygulamaları, İzmir’deki kooperatifleşme gününde atılan adımlar, Türkiye’de katılımcı demokrasinin uygulanabilir olduğunu göstermekte.
Yeni bir anayasada katılımcı demokrasiye ilişkin ayrıntılı hükümlerin yer alması gerekmez.Bu konuda siyasal irade varsa, anayasal engellerin kaldırılması ve katılımcı demokrasiyi ve ademi merkeziyetçi bir yapıyı kuran temel ilkelerin anayasaya girmesi yeterli olur.
İçinde bulunduğumuz derin siyasal, ekonomik, toplumsal krizden çıkmak için iktidarın değişmesi yeterli değil. Bir iktidar değişikliğinden sonra Türkiye’de devleti ve toplumu yeniden kuracak, yeni bir demokrasiyi, toplumsal barışı getirecek radikal bir dönüşüme gereksinim var. Parlamenter demokrasi, ortaklıkçı demokrasi ve katılımcı demokrasinin birleşmesiyle ortaya çıkacak radikal dönüşüm, halkın öznesi olduğu yeni bir Türkiye’yi kurabilir.