"O adam"ın anneni bıçaklayıp öldürdükten sonra,kanlı elleriyle kahveye gidip çay içtiği doğru mu?
Evet öyle. Bir bardak su istemiş. Her tarafı kanmış."Ne oldu?" diye sormuşlar, motordan düştüğünü düşünmüşler.Telefonu istemiş, jandarmanın numarasını çevirip,"Öldürdüm, gelin beni alın" demiş.[1]
Uçak, tekerleklerinin izini asfalta basalı bir iki saat bile geçmeden kendimizi, tabanlarını yere vura tepine dans eden kadınlar diyarında bulduk. Havaya kalkan toz topraktan mı, yoksa zihinlerimizin karmaşasından mı sus pus oluyoruz? İleri… Geri… Sahi, kaç yüzyıl kat ettik, hangi takvimde sabitlendik?
Omo Vadisi, Etiyopya'nın en güneyi, Kenya'nın kuzey sınırının hemen üstünde yer alıyor. Hamar Kabilesi'nin meşhur "Boğadan Atlama Töreni"ni izlemeye geldik. Seyircisi olmakla yetineceğimizi zannettiğimiz törenin bizim için neler planladığını kim bilebilirdi?
Ablam, on üç yaşındaki yeğenim, yedi buçuk yaşındaki oğlum; Afrika'nın orta yerinde, şaşkınız. Eşyaları motele atıp, karnımızı hızlıca doyurup, yepyeni bir iklim ve bambaşka bir coğrafyadaki ilk ziyaretimizi; tarih öncesinden beri yaşam tarzlarını değiştirmemiş bir kabileye yapacağız. Korona'dan dolayı ortalıkta aylardır tek turist, hiç beyaz insan görülmemiş.
Beş günlük Omo Vadisi gezimiz boyunca rehberimiz yanımızdan bir an bile ayrılmıyor. Buna karşın her kabile ziyaretini, yine o kabileye mensup bir rehber eşliğinde gerçekleştirmek durumundayız. Kabilelerin çoğu yerleşik, bir kısmı göçebe hayat sürüyor. Bazıları hayvancılık, kimisi tarım ile uğraşıyor. Avcılık ve toplayıcılık hâlâ mevcut. Hayvanlar değerli, hırsızlık yaygın. Kalaşnikof, çobanların bir uzvu olmuş. Uçsuz bucaksız topraklarda, bir anda; ince, uzun, siyah, donuk bakışlı, kalaşnikoflu bir erkekle karşılaşmak işten bile değil. İki üç güne alışacağımız bu görüntü o ilk gün, epey yabancılık yaşatıyor. Çınar sık sık arkama saklanıyor.
Köyün küçük çocuklarının gördüğü, en küçük ve ilk beyaz çocuğun Çınar olduğunu birazdan öğreneceğiz. Kabilelere ilişkin kısıtlı bilgilerimizi ve onlardan daha medeni olduğumuza dair sanılarımızı, belgesellerden devşirmişiz. Oysa birbirimizi tanımamakta eşitiz. Biz onları ne kadar merak ediyorsak, onlar da bizi o kadar merak ediyorlar. Bu durum içime su serpiyor. Bambaşka bir kültürün en kıymetli törenlerinden birine kabul edilmiş olmak saygı duymayı gerektiriyor. Boğadan Atlama Töreni'ne katılmak için kabileye maddi katkıda bulunmuş olmamız, bazı beyaz insanın alışageldiği gibi, hak iddia edebileceğimiz anlamına gelmiyor asla. Misafiriz! Bırak ummayı, Korona'dan dolayı hiçbir şey bulmadan ve yemeden evimize döneceğiz.
Ortamda gözle görülmeyen, toza toprağa zerk olmuş bir gerginlik var. Afrika'nın göbeğine gelmişken elbette fotoğraf çekmek istiyoruz, günün sonunda bizler turistiz, eve dönünce arkadaşlarımıza akrabalarımıza gösterecek anı kanıtlarımız olmalı. Ancak Etiyopya'da fotoğraf demek, para demek. Bu nedenle daha Addis Ababa'dayken, rehberimizle baştan anlaşmış, kabilelerde fotoğraf çekme bahşişlerini turumuza dahil ettirmiştim. Yerel rehberimiz ücretini önceden alıp kabile liderlerine gerekli ödemeleri yapıyor. Buna karşın "Parasını ödedim, istediğimi çekerim." gibi bir durum yok elbette. Fotoğraflarını çekmek için yeltendiğim her kişi ile göz teması kurup izin istiyorum. Bir kısmı kaçıyor, bir kısmı kendisi gelip ısrar ediyor.
Kadınların ayak bilekleri ve pazılarına taktıkları çıngırakların sesleri ayyuka ulaşırken; şarkıları bu seslere yetişmeye çalışıyor. Uçsuz bucaksız arazilerin bağrında, Türkiye'den çok uzakta, hiç tanımadığımız kadınlar bir o yana bir bu yana köyün yolunu arşınlamakta. Sabah erken çıktığımız yolda az yorgun, yarı uykulu etrafta ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Seremoninin en başındayız, hayretimiz anbean artıyor. Biraz utanıyorum "Bizim bu kadar özel bir törende ne işimiz var, sonuçta davet edilmedik." diye düşünmekten kendime alamıyorum. Bizi kabul etmelerinin nedeni, köylerine gelir sağlamak; bunu biliyorum, yine de içim rahat etmiyor. Bu onlar için bizim sünnet törenlerimiz ya da düğünlerimiz gibi bir şey olsa gerek…
Sonra hava değişiyor. Çocuklar ve genç kızlar yavaş yavaş bize, daha doğrusu Çınar'a ve Zeynep'e yaklaşıyorlar. Çınar ne kadar küçük ve beyazsa, ötekiler de o kadar küçük ve siyah. Çekine isteye, Çınar'a ellerini uzatıyorlar. Çocuksu merak, Afrika'nın hayli sıcak ovasında buzları hızlıca eritiyor. Çınar'ın saçlarının gerçek olup olmadığını soruyor, Zeynep'i gözleriyle baştan aşağı tarıyorlar. Kendimi iyi hissetmeye başlıyorum. Tek seyirci biz değiliz, merakta eşitlendik. Çocukların olduğu her yerde ılıman iklim hüküm sürüyor. Biraz sonra kibarca sakalımı çekecekler, çocuklar değil, erkekler. Rehberimiz aracılığıyla "Evet gerçek." deyince gülümsüyorlar. O ciddi ifadeler ilk defa kalaşnikoflarının namlularından bir meltem misali esip uzaklaşıyor. Buralara kadar gelmesek, dünyanın öbür ucunda sakalımı neden kesmediğimi annem dışında da sorgulayan bir kabile insan olduğunu nereden bilecektim. Uzun saçlarıma takık, yüz yaşına kadar komşumuz olmaya devam eden Albay Sacit Amca, apartmanın merdivenlerinde her karşılaştığımızda şaka yollu "Saçların da pek yakışıyor." derken yüzünde birebir aynı gülümseme olurdu. Farklı tas aynı hamam. Sakın bizim Sacit Amca, buradaki bebelerden birinde yeniden beden bulmuş olmasın!
Hava hayli değişiyor. Kadınlar ellerinde uzun ince dallarla meydanlık bir yere doluşuyorlar. İki genç delikanlı ve onlarca kadın arasında acayip bir gelgit başlıyor. Hayretle ve defaten soruyoruz:
Neden, neden kadınlar kendilerini bu delikanlılara kırbaçlatıyorlar?
Oğlanlar toy. Bir tanesi hiç kırbaçlamak istemiyor, hafif hafif vurarak ortamdan sıvışmak ister gibi. Diğeri daha palazlanmış bir genç, daha cesur. Cesur? Cesaret? Her yaştan kadın, transa girmişçesine tabanları ile toprağı dövüp kırbaçlamaya zorluyorlar oğlanları. Kadınların yaşları büyüdükçe kırbaçlanma şevkleri gözlerinden ateş gibi fışkırıyor. Sinirleniyor, oğlanlara anlamadığımız bir dilde bakışlar fırlatıyorlar. Belli ki "Adam akıllı" ya da "Erkek gibi vur şu kırbacı." diyorlar. Rehberimizin daha sonraki çevirisinden aynen böyle dediklerini hatta hakarete varan laflar sarf ettiklerini öğreniyoruz. Anne yaşındaki kadınlar ile oğul yaşındaki delikanlıların akıl almaz ilişkilerinin arasında savrulagiden bir merasim.
On üç yaşında bir kız, yedi buçuk yaşında bir oğlan ve kadın sünneti ile mücadele için taaa Ankara'dan kalkıp Addis Ababa'ya yerleşmiş ablam ile; Afrika'nın göbeğinde kendilerini oğullarına kırbaçlatan anaların arasında sıkışakaldık.
Neden, neden kadınlar kendilerini bu delikanlılara kırbaçlatıyorlar?
Öyle böyle değil, kadınların sırtları kan revan içinde… Annemin "Ah be evladım, Korona'nın cirit attığı bir dönemde sizin orada işiniz ne?" diyen sesini sen de duyuyor musun? Neyse ki annem burada değil.
Boğadan Atlama Töreni, çocukluktan erkekliğe geçiş için yapılan geleneksel bir ritüel. Kadınların köyü arşınlaması ve dansları ile başlıyor, kırbaçlama ile devam ediyor. Kırbaçlananlar, daha doğrusu kendilerini kırbaçlatanlar, töreni gerçekleşen esas oğlanın akrabaları. Kırbaçlayanlar ya da kırbaçlamaya zorlananlar, esas oğlanın kısa bir süre önce aynı töreni yapılmış olan erkek arkadaşları. Erkekler boğadan atlama törenlerinden sonra kendilerine uygun bir eş bulana dek bir nevi arafta bekliyor, bekletiliyorlar. Köyün dışına atılıp orada yaşıyorlar. Bu kararların hiçbirini kişiler yalnız başlarına almıyor, gelenekler zaman içinde böyle oluşmuş, korunmuş, günümüze kadar taşınmış. Çoktan verilmiş kararları, kimse sorgulamıyor; bizim gibi dışarıdan gelenler ya da kabilenin dışında başka bir hayat olduğunu deneyimlemiş kabile mensupları haricinde. Ortada kadına karşı şiddet algısı yok! Kanıksama had safhada.
Kilometrelerce öteden gelip, el âlemin geleneklerini ayıplayacak halimiz yok ya. Ama elde değil, bırak ayıplamayı, araya girip durdurmak istiyor insan. Öyle böyle değil, kadınların sırtları kan revan içinde…
Çınar burada büyümüş olsaydı, bundan beş on yıl sonra eline kuzini Zeynep'in getirdiği dalı alıp, yine kuzini Zeynep'i bi'temiz kırbaçlayacak, biz de seyirci olacaktık. Normalimiz bu olacaktı.
Neden, neden kadınlar kendilerini bu delikanlılara kırbaçlatıyor?
Diye soruyoruz.
Kadın akrabaları, esas oğlanı onurlandırıyorlar, kendilerini kırbaçlatarak.
diye yanıtlıyor rehberimiz.
Son derece tehlikeli sular. Bu yazıyı, bir erkek olarak kaleme almak için bugünler, ya en yanlış ya da en doğru zaman. Kadın ve kadın hakları konusunda konuşmak, bir erkek için hiç bugünkü kadar zor, zaruri ve utanç verici olmuş mudur? Bu kadınlar sırf kadın oldukları için kırbaçlanırken, ben de sırf erkek olduğum için utancımdan yerin dibine giriyorum bugün. Ne kadar boş, anlamsız. Onlar kırbaçlanmaz, ben de utanmazdım, kadınlar ve erkeklerin sadece insan, kendiliğinden eşit olduğu bir dünyada. Ancak gelenekler sorgulanmaz! Öyle değil mi?
Biliyorum, sana egzotik bir Afrika turu attırmamı bekliyordun. Ben de öylesini tercih ederdim. Ancak ne yapalım, eldeki malzeme bu. Dur daha bitmedi. Seremoni'nin üçüncü kısmında dallardan çatılan bir geçidin altına oturuyor araftaki delikanlı (hadi gel aramızda ona kirve diyelim) ile esas oğlan. Sana bizim esas oğlandan bahsetmedim daha değil mi?
Esas oğlanın aslında evlenme çağında bir delikanlı olması gerekirken, bizimkisi küçük bir oğlan çocuğu. Neden mi? Bizim oğlanın babası, erkek kardeşleri arasında en büyük olan; oğlanı tutturuncaya kadar bir sürü kızı olmuş. Oğlu olduğunda da, kendisinden küçük erkek kardeşlerinin çoktaan bir sürü oğlu varmış bile ve çoğu evlilik çağına gelmiş. Geleneklere göre en büyük abinin oğlunun boğa atlama töreni gerçekleşmeden, daha küçük erkek kardeşlerin oğullarının, yaşları daha büyük olsa dahi, törenleri yapılamıyor ve oğlanların hepsi evde kalıyor. E erkek adam evde kalır mı hiç. Bizim bıdıklığa tören yapmak şart olmuş. Demek ki neymiş, gelenekler esnetilebilirmiş! Esas oğlan dallardan geçidin altında oturtulmuş, bacakları ileriye doğru uzattırılmış, kirvesi onu arkasından sıkıca yakalamış, kaçacak yer yok.
Sene 1982, İzmir Karşıyaka. Esas oğlanla aynı yaşlardayım.
Ucundan acık.Neyin ucundan acık?Şeyinin canım. Sonra da pilava koyacağız. Herkes yiyecek.
Kadınlar gülüşüyor.
Aman ne komik, siz ciddi misiniz?
Vallaha da billaha da ciddiler. Bildiğin, şeyimi kesecekler. Tir tir titriyorum da; erkek adam korkmaz, erkek adam ağlamaz diye… Şeyimin kesileceğinin kararını anam babam aldı sanıyorum. Oysa karar bildiğimiz tek tanrılı dinlerden belki bin yıllar öncesinde, hiç tanımadığımız topluluklar tarafından verilmiş. Benim en özelim sandığım meğerse çoktaaan topluma mâl olmuş. Bizim için en doğrusu buymuş. "Yahu şey benim, kesilmesini istemiyorum." desem, kim takar.
O günü anımsamaya çalışıyorum. Afrika'dan döndükten sonra ilk iş sandıklar açıldı, ortalığa saçılan fotoğraflar soluk pembe anılara dönüşmüş. Epey aradıktan sonra, pek de iyi durumda olmayan negatifleri buluyorum. Hayır artık kimse fotoğraf basmıyor bu kadar eski negatiflerden. Tek seçenek taratmak. Silinen anılar yavaş yavaş en baştan yazılıp, gözlerimin önüne seriliyor.
Sünnet edileceğim günden bir gün öncesi, kına gündüzü. Varmış öyle bir şey. Akraba kadınlar ve oğlanların katıldığı bir merasim. Aile büyüğümüz Müjgan yengemin hazırladığı, içine doğum günü misali mumların dikildiği kına tepsisini salona taşıyorum. Ortalıkta sanki küçük kuzenler dışında erkek yok gibi. Varsa da tek tük. Başrolde analar-oğullar ve kadınlar. Bir kuzen bütün fotoğraflarda şaşkın şaşkın kameranın içine bakmış, belki de ileride başına gelecekleri düşünüyor, kim bilir. Sorsam şimdi, kendi de hatırlamıyordur. Biz oğlanların ellerine, işaret ve baş parmaklarımızı L şeklinde tutup, silah görünümü vererek kına yakıyor Müjgan yengem.
Neden, neden kadınlar bu delikanlılara kına yakıyor?
Kadın akrabalar, töreni yapılan oğlanı onurlandırıyorlar, kına yakarak.
Farklı tas, aynı hamam.
Esas oğlan dallardan geçidin altında oturmuş ayaklarını uzatmış, kirvesi onu arkasından kucaklamış. Herkes oğlanın üzerine eğilmiş, çevirmenimiz ortada yok. Küçük bir tahta penisi otlardan yaptıkları bir bileziğe yerleştirmeye çalışıyorlar. Sonra anlıyoruz ki, aynı anda çocukluğu simgeleyen metal bir bileziği de yine esas oğlanın bileğinden çıkarmaya çalışıyorlarmış. Bilezik çıkmıyor, çocuğun canı yanıyor. Yaşlar gözlerinden boncuk boncuk süzülüyor. Birileri kızıyor, çocuğun tepesinde binbir kişi, aralarında tartışıyorlar. Bulduğum aralıktan bir yandan fotoğraf çekmeye çalışıyor diğer yandan kırk yıl öncenin anılarında geziniyorum. Afrika'nın bağrında, Karşıyaka'yı yaşıyorum.
Karşıyaka Devlet Hastanesi ameliyathanesinin güneş parlak ışıkları. Testis torbalarına batırılan iğne. Kesim işleminin ulu orta yapılmadığına ve acı çekmediğime şükrediyorum. Ohhh bilezik çıkıyor, çocuğu süte buluyorlar da merasimin son bölümüne geliyoruz: boğa üzerinden atlama.
Herkes güruh halinde meydanlık alana yöneliyor. Dört bir yandan, boğa dense de, aslında öküzler getiriliyor. En son, oğlanın akrabalarından birini gökyüzünden bize doğru düşerken görüyoruz. Katıla katıla gülünesi bir an. Gökten tepemize, öküzün teptiği bir kadın yaklaşıyor, absürt bir çizgi film karesi gibi. On tane öküzü, hizaya getirmek için kuyruklarından ve ağızlarından çekiştirip durursan olacağı budur. Neden sonra hayvanlar acı içinde tek sıraya diziliyorlar. Sıra, esas oğlanın hiç düşmeden, öküzlerin üzerinden dört defa atlaya atlaya geçmesine geliyor. Genç delikanlıların rahatlıkla yapabildikleri bu atlamada, bizim ufaklık daha ilk denemede öküzlerin arasından kayıp yere düşüveriyor. Elbette tehlikeli, hele bu yaştaki bir çocuk için. "Şeyinin ucundan acık alınmasından iyidir. Haline şükretsin." diye geçiriyorum içimden. Hijyenin hak getirdiği bu ortamda, sünnet edilmesi durumunda başına gelebilecekleri, düşünmek istemiyorum.
Bizim orada öküz yerine at merasimi vardır, hiç duydun mu? Oğlan çocuğunu onurlandırmak ve bir nebze de korkusunu yenmesini sağlamak için ata bindirirler. Arkasına, ailenin maddi durumuna göre beş on tane faytonu takarlar. Mahallenin bütün çocukları, faytonlara doluşur; Karşıyaka sahili doyasıya gezilir. Yolun sonu pilavdır. Anladın sen onu.
Güneş gittikçe alçalıp kızardığında, gitme vaktimizin geldiğini anladık. Turistlerden arınan, uçsuz bucaksız savanın orta yerinde kaybolan bu köyde alacakaranlık eğlenceler bizden sonra üç gün daha sürecek. Hamar Kabilesi kendi arasında biralarını yudumlaya dans ede, rahat rahat eğlenecek.
O kabile senin, bu kabile benim; uzak sandığımız hayatların özünde bizimkilerden pek de farklı olmadığını keşfede keşfede ilerliyoruz. Her gittiğimiz yerde çocuklar bizim çocuklara, erkekler benim sakallara merak salıyor. Alışıyoruz, daha uzun süre kalsak kanıksayacağız, taaa ki o köye kadar.
Omorate'deyiz. Kenya sınırına çok yakın, Omo Nehri'nin hemen öbür yakasına geçmek için teknelerimize bineceğiz. Burası ziyaret edeceğimiz en yoksul köy. Timsahların çok daha uzaklarda yaşadıklarını söylemelerine rağmen, yine de elimizi ayağımızı toplayarak geçiyoruz nehri. Suskunuz. Bu köyde görünmeden aşikâr olanla yüz yüze geleceğiz…
Ahhh bilseydik, yanımızda üç şey getirirdik: kalem, defter ve göz damlası. Peşime düşen küçük kız, beden diliyle, tek istediği şeyin göz damlası olduğunu anlatıyor. Sinekler enfekte olmuş yarı görmez gözlerini bi rahat bıraksalar. Az ileride ayağı iltihaplanmış bir kadın, yardım bekliyor. Çözümü o kadar yakın, eczane ise ışık yılı galaksilerden uzak. Diyemiyoruz ki "Biz cahil cühela turistleriz. Kendimizi çoluk çocuk yollara attık, neyle karşılaşacağımızı bilmeden." Turistik olmayan bir kabilenin çıplak gerçekleri ile yüz yüzeyiz. Minik bir kız çocuğu ilk andan itibaren Meltem'in elini tutuyor ve bütün ziyaret boyunca bırakmıyor. O güzel yüzüne baktıkça gördüğüm tek gelecek ne yazık ki kadın sünneti oluyor. İçimiz cız ede ede, bütün köyü tavaf ediyoruz. Vajina ve penis ne kadar enteresan olabilir ki? Gezegenin yarısında birinden diğer yarısında da ötekinden var, öyle değil mi? Ancak buradaki kadınların vajinasının yarısı yok, ucundan acık değil yani!
Neden, neden kadınların vajinasını sünnet ediyorlar?
Oğlan çocuğunu erkek yaptığına inanılan sünnetin, kız çocuklarını insan yaptığına inanıyorlar. Ne yazık ki kadınlar, sünnet olmazlar ise kendilerinden tiksinecek şekilde yetiştiriliyor.
Kadınlar kadınlıklarından mahrum edilerek onurlandırılıyor.
Sen hiç "erkeğin insan hakları" diye bir şey duydun mu? Ben duymadım. Ancak "kadının insan hakları" diye bir şey olmak durumunda!
Bazen bir telefon gelir, kahrolursun. Ahizenin öteki ucundaki bir kaza, ölümcül bir hastalık ya da ölümün ta kendisidir. Selma'yı çok az tanıdım. Eşim ve ailesi tanır, sever ve sayardı. Ayyaş kocasından dayak yemediği zamanlarda, en az üç işte çalışırdı, üç çocuğuna bakmak için. Bıçaklanmayı mecburen sineye çekmiş, ancak bir gün canına tak etmiş, cesaretini sırf çocuklarını o şiddet ortamından kurtarmak için son bir kez toplamış, boşanmaya karar vermişti. Pusu kurdu canisi, uzun ince yolun ortasında yirmi yedi yerinden bıçakladı. Kanlı elleriyle kahveye gidip çayını içti. Telefonu istedi, jandarmanın numarasını çevirip,"Öldürdüm, gelin beni alın" dedi.
Bir kişinin değil aynı zamanda bir zihniyetin cinayeti.
Hukuk ya da benzeri bir eğitim almamış herkesin; anayasa, yasa, sözleşme deyince gözü korkabilir. Korkmasın! Asıl adı "Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi"[2] olup kısaca "İstanbul Sözleşmesi" diye anılan sözleşmeyi açtım okudum, son derece açık ve kolay anlaşılır bir metin. Özetle, kadınların kırbaçlanmasının normal olmadığını, sünnet edilmemeleri gerektiğini söylüyor, katledilmelerinin önüne geçmek için yapılması gerekenleri sıralıyor.
İstanbul Sözleşmesi'nin bırak yaşatmasını, bizi bambaşka bir yüzyıla sıçratmasını, çağ atlatmasını hayal ediyorduk. En büyük iyilikler, en büyük kötülüklerden hemen sonra gelirmiş biliyor muydun? En büyük kötülük oldu, hadi artık gelsin iyilik.
Sünnet ne bizi erkek, ne kadını insan yapıyor.
Kadınlarını kaybeden ülke,
kadınlarının yanında dik duracak,
omurgası olan erkeklerini arıyor.
[1] https://www.hurriyet.com.tr/annemi-oldurdun-de-eline-ne-gecti-19560217
[2] https://rm.coe.int/1680462545
TIKLAYIN - Sait Fehmi Ağduk yazdı: Bır bır Addis, bip bir Ababa
Yazarın diğer yazıları için bloğunu ve Instagram hesabını takip edebilirsiniz.