“…bana resimlerini insanları cezalandırmak için kullandığını söyledi, özellikle de Katolik aileden otoriter devlete kadar varan yapılar içinde gücünü kötüye kullanan insanları.” [1]
Ben Eastham
Kafasını kopardım. Bedeninden ayrılmış başı ve bedeni ayrı ayrı ama yan yana, kalın siyah naylon poşet geçirilmiş, ağzına kadar dolmuş büyük mavi plastik çöp kovasının en tepesindeki kokulu yığının üzerine sakince bıraktım. Bir daha da geriye bakmadım!
Ayşegül hayatımdan radikal bir şekilde çıkmış oldu… Ya da ben öyle sandım.
Aslında ablamın oyuncak bebeğiydi. Benim elime geçtiğinde zaten kafası sürekli çıkar dururdu. Geriye yatırdıkça kapanan mavi gözleri işleyen tek yeriydi. Sırtında plağı ve dönemin Almanya’dan getirilen bebeklerinin uzun sarı saçlarından eser yoktu. Ablam onları kesmişti. O yaşlarda bir oğlan çocuğunun -yaşım kaçtı anımsayamıyorum, küçüktüm- oyuncak bebekle vakit geçirmesi kabul edil[e]mezdi. Daha neler neler kabul edil[e]mezdi de…
Hayatlarımızı birilerinin istediği gibi yaşamamız beklenirdi. Birilerinin kim olduğunu sorguladığınızda, elle tutulmaz gözle görülmez oldukları anlaşılırdı. Tanrı gibi.
Ayşegül sadece bir oyuncak bebek değildi! Ne olduğunu, neyi ifade ettiğini hala pek çözebilmiş değilim. Kim bilir belki yazının sonuna doğru birlikte keşfederiz.
Elbette gezeceğiz yine. Seni bu kez Portekiz’in, kıta Avrupası’nın, Avrasya kıtasının batıdaki en uç noktasına götüreceğim. Keskin kayalıkların arasına sığınmış, kesik kesik olsa da kilometrelerce uzanan kumsalların arasında yüzeceğiz. Dip yamaçlardan lacivertin derinliklerine ineceğiz. Hadi öyleyse başlayalım.
Yazı, kendisini yazdırmak istemeyegörsün. Yıl 2017, Ekim ayının ilk günü. Ebru ile 20. evlilik yıldönümümüzü kutlamak için Portekiz’deyiz. 1 Euro 4.1966 Türk Lirası. Pahalı olduğunu sanıyoruz. O zamanlar başımıza geleceklerin farkında değiliz. 'Porto’da Düdüklü Balayı' [2] yazımdan anımsayacaksın, ne de güzel gezmiştik. İşte burada olacaklar hemen onun sonrasında. Şimdi Lizbon’a gelmişiz. Bir günümüzü şehir dışına ayırıp, Sintra-Cascais Doğal Parkı’nın etrafında dolanacağız. Park dediysem bakma sen, 145 kilometrekarelik bir alandan söz ediyorum. Biz gezimize parkın kuzeydoğusundaki Pena Sarayı’ndan başlayıp, en batıdaki Capo da Roca’ya oradan da Cascais’e uzanmıştık. Ama o zaman daha Paula’yı tanımıyordum. Sonra herşey tepetaklak oldu. Biz de öyle yapalım tersten başlayalım.
Cascais aşırı popüler bir destinasyon. Benim içinse boşluk hissi “Neden geldik ki buraya?” türünden. İlginç Pena Sarayı ve müthiş Cabo da Roca’dan sonra, Cascais tam bir hayal kırıklığı. Ebru ile sokaklarında biraz dolandık, okyanusa karşı güzel bir yemek yedik; “Burası da bu kadarmış” dedik. Madonna gibi pek ünlülerin takıldığı turistik bir sayfiye yeri, zaten özellikle de gelmemiştik, yolumuz mecburen geçiyordu, biraz bakınıp otobüsümüze atlayıp Lisbon’a dönecektik. Oysa o gün bugün olsaydı asla araştırmadan gitmezdim, çünkü neyi kaçırdığımı ancak birkaç hafta önce anladım. Yok öyle demeyelim, “Her şeyin bir yeri ve zamanı var” diyelim.
Kokuların duyguları tetikleyip, anıları harekete geçirdiğini anlatmama gerek yok. Elma kokulu sabuna ilişkin çocukluk anımı anımsıyor musun? Kimin kararı bilmiyorum, Pera Müzesi yıllardır aynı kokulu sabunu kullanıyor tuvaletlerinde. Müzeye her gelişimde eşyalarımı bilet gişesinin arkasındaki emanet dolabına kilitleyip doğrudan ellerimi yıkamaya giderim. Bu ritüel yıllardır değişmez. Her seferinde elma kokusunu değiştirmeyip rutinimi bozmadığı için o karar vericiye içimden teşekkür eder, müze ziyareti sırasında ara ara ellerimi koklarım. Eğer takıntılı olduğumu düşünüyorsan sen daha takıntı nedir görmemişsin.
Bu müzede keyif aldığım pek çok sergi gezdim. 'Paula Rego – Hikayelerin Hikayesi'nin yeri ayrı. Bazen kendi kendime sorarım “Acaba daha kaç yaşıma kadar, hayat boyu dost kalabileceğim yeni dostlar edinebileceğim?” diye. İnsan örneğin 70 yaşında ömür boyu sürecek dostlar edinebilir mi? Ne kadar ömrün kalmıştır ki? Peki ya 90 yaşında yeni bir dost edinebilir misin? Dostluk denilen şeyin ölçütü zaman mıdır? Dost seni asla yarı yolda bırakmayan insan mıdır? Yol ne kadar uzundur? Öyle ise 90 yaşında edineceğin dostunun arkanı kollayacağını nereden bilebilirsin? Peki ya dostun daha siz tanışmadan öldüyse?
Paula 50 yaşını doldurduğum günden iki gün sonra hayata gözlerini kapatmış, biz hiç tanışamadan. Onunla aynı gezegende 50 yılımızı birçok ortak noktamız olduğunu bilmeden geçirmişiz. O benden önce 37 yılı devirmiş. Bil bakalım Paula kaç yıl yaşamış? Şaka şaka. Bazen işler derinleştiğinde şaka yapmak dikkatimi dağıtıyor. Sanırım yazının bu noktasında daha fazla ciddileşmek ya da duygusallaşmak istemiyorum. Dozu adım adım artırmak gerekiyor öyle değil mi?
Ebru: Ben kıskanç bir kadın olsaydım ne yapardın?
Ben: Yapmazdım.
[Karşılıklı gülüşmeler.]
Aynı soruyu geri yöneltmiyorum bile, kesin beni kapının önüne koyardı kıskanç olsaydım; zaten benimle evlenmezdi en baştan. Evde günlerdir Paula Rego’ya ilişkin okuma yapıyor, röportaj videolarını izliyorum
Ebru: Bakayım şu sevgiline ben de bir. [Alaycı bakıyor ve bana tatlı bir gülümse atıyor.] Kaç yaşında?
Ben: 1935 doğumlu. Bu videoda rahat yetmiş seksen arasında.
Ebru: Eserleri nasıl?
Ben: Bak sen karar ver. Hatırlıyor musun, beş yıl önce Cascais’e gitmiştik, pek bir şey bulamamıştık. Meğerse yemek yediğimiz Panorama da Villa’dan, Paula’nın eserlerinin yer aldığı Casa das Historias Müzesi tam sekiz dakika yürüme mesafesiymiş. Dibine kadar gitmişiz kadının ve Paula o zaman hayatta. Estoril’de, hemen yan kasabada evi varmış. Düşünsene o sırada sokakta karşılaşmış, tanımadığımız için birbirimizin yanından geçip gitmiş bile olabiliriz.
Hadi öyleyse Paula ile gerçek ilk karşılaşmamıza götüreyim seni. Pera Müzesi. Beşinci katın asansöründen inip sola döndüm. Güm, bammm… Bu sesler yumruk yemişim hissini vermek için. Kim karar verdi bu dolabı tam buraya koymaya? Dolabın müzede koyulabileceği en az 100 yer bulunabilir hatta özel bir alan yapılabilirdi. Neden burası? Asansörlerden hemen çıkışta küçük salonun (iki asansörün ortasında orta büyüklükte bir koridor var, bu koridorun iki tarafı da, biri geniş diğeri daha dar iki salona açılıyor) hemen girişinde, dangadak etkisi altında kalalım diye tam buraya bilinçlice yerleştirilmiş bir nadireler kabinesi, yoksa bir altar mı? İçindeki yaratıklar da ne böyle? Kuklalardan da oyuncak bebeklerden de oldum olası pek hazzetmem. Korku filmlerinin vazgeçilmez öğeleri. Oysa bu kuklalar korkunç değil. Çirkinler çirkin olmasına ama, çirkinden çok… Amorf… Acı çekiyorlar. İçleri kof, dışları sanki etraflarının çirkinliğini yansıtıyor. Bunlar kukla değil, ayna bunlar. Bu bir makyaj masası olmasın sakın; iki tarafa açılan aynaları bize bizi yansıtan…
Günlerdir Paula ile yatıp Paula ile kalkıyorum. Merak ettim araştırdım. Casa das Historias’ı sanal olarak gezmek mümkünmüş. Gezdim, sonra sabaha kadar rüyamda koridorlarında dolandım durdum. Matrix’te kapana kısılmış gibi. Ensemdeki fişini ancak sabah uyanınca çekebildim. 87 yaşında, hatta ölü ve hiç karşılaşmadığım bir kadına aşık olmuş olabilir miyim? Cinsellik içermeyen bir aşk olabilir mi? Belki de içeren? Platonik? Aşk değil dostluk mu? Ne tür bir yakınlık? Ne olduğunu bilmiyorum ama o kuklalar dolabını gördüğüm andan itibaren ilk görüşte bir şey oldu ve o gün bugündür bildiğin yas tutuyorum. Hem o dolaptaki kukla çocuklar hem de Paula’yı tanımadan kaybettiğim için. Hani bazen birisiyle ilk karşılaştığında onu çok eskiden tanıyormuş gibi olursun ya. Ben de Paula’nın eserleri ile karşılaşınca öyle hissettim.
Seni daha fazla zorlamayacağım. Tane tane anlatacağım. Ama dur şunu araya sıkıştırmazsam olmaz. Geçen gün arkadaşımla konuşuyorum ne olduysa bir anda bana döndü ve “Yazılarını okuyamıyorum aynı keçiboynuzu gibi iki gıdım tat alacağım diye bir saat kemirmem gerekiyor”. Durdum, söyleyecek söz bulamadım. Acaba hakaret mi etmişti, içten mi davranmıştı, patavatsız mıydı? Bunların hiçbir önemi yok. Önemli olan ben neyi nasıl ifade etmek istiyorum. İşte Paula’ya ilişkin ne okuduysam ne izlediysem bana bu mesajı verdi: “Fehmi, bildiğini oku!”. Ya bu Paula çok tatlı. Ataerkil toplumun her türlü kendini beğenmişlik ve engelini bıkmak usanmak bilmez bir serinlikle, yıllara yayarak alt ediyor. Erkek olmak kimilerinin sandığı gibi erkek egemenlikten otomatikman nemalandığımız anlamına gelmiyor. Mesele hayatta nerede durduğumuz.
“Paula’nın resimlerini sevdin mi?” desen yanıtım evet olmaz. Paula’nın çalışmalarına olan bağımı sevgi sözüyle tanımlayamam. Benim için beğeni ölçütü daima “Bu eseri evine koyar mısın?” sorusuyla çerçevelenir. Sonuçta koleksiyoner olmadığım için eserlerin mali değerleriyle zerre ilgilenmem, teknikten de anlamam, böylece beğenim istediği kadar öznel davranabilir. Paula’nın eserlerinden pek hoşlanmadım. Paula’nın eserlerinden büyülendim. Bana büyü yaptılar, beni ele geçirdiler. Yine de, Pera Müzesi’nde gördüğüm eserlerin belki bir tanesi hariç hiçbirini evime koymak istemem.
Dönelim asansörden çıkar çıkmaz burun buruna geldiğim çalışmasına, adı 'Oratorio' yani İbadet Odası. Şimdi “Gözlerini kapat ve zihninde canlandır, dolabın içinde ne var tanımla?” desen, zerre ayrıntı hatırlamıyorum. Dolabın içinde acı vardı, ikiyüzlülük vardı, ihanet vardı, acımasızlık, görmezden gelme, aşağılama, kötü muamele, dayak, sömürü, taciz… “At bütün sıfatları bir tane seç!” dersen: Bu bir 'görmezden gelme' dolabı. Hani vardır ya masallarda aynalar, kimisi en büyük korkularını kimisi en büyük hayallerini gösterir. Bu dolap sana kendini öyle önemsiz hissettiriyor ki, bir daha asla kimseyi küçümseyemeyesin, görmezden gelemeyesin…
“Bir resimde herkesi cezalandırabilirsiniz. Hoşlanmadığınız herhangi birini resimlerde cezalandırabilirsiniz. Öğretmenimi sevmezdim, ondan nefret ederdim, dolayısıyla resimde onu cezalandırırdım. Eğer bir hikâye yazmış olsam, çok gerçek olurdu, iyi olmazdı. Resimde onu dövdürtebilir ya da o minvalde bir şey yapabilirdim. Onun bir sonu yok. Resimlerde yapabileceklerinizin bir sınırı yok. Hala da öyle. İnsanları cezalandırabilirim. Alay edebilirim, sevmediğim insanlarla alay edebilirim.” [3]
Paula’nın resimlerinde terapi edici, sağaltıcı hatta arındırıcı bir etki var. Acı ilaç gibi bi’şey. “Eğer acılığına dayanabilirsen iyileşirsin!” diyor alt metin; ayyuk ya da arzın merkezinden sesleniyor. Kendine bile itiraf etmeye utandıklarını alenen gözler önüne sererek özgürleştiren “Aslında hiç de yalnız değilmişim bu ayıp şeyleri hissederken” dedirterek gevşeten muazzam etki.
Pera Müzesi’nin salonlarını ayıplayarak geziyorum. Neyi, kimi? “Manyak kadın” diyor içimden bir ses. Diğeri de “Ohhh olsun ne de güzel yapmış, bu senin daima yapmayı isteyip de içine attığın şey değil mi?” diyor. Müzenin salonlarını dönme dolap gibi tavaf ediyor, o tablodan diğerine, ondan öbürünü; Orta Amerika’daki garip bir cemaatin ayinlerinden birindeymiş gibi zıplıyor, hiçbir tabloda çok zaman geçirmeden, döngünün içinde kayboluyorum.
Evet, itiraf ediyorum, ben de ben de cezalandırmak istiyorum. Yıllarca anamın babamın, şunun bunun, toplumun; daha sonra da kendimin tuttuğu yularımı çözmek, deli danalar gibi oradan oraya hoplamak zıplamak, çifteler atmak, isyan etmek, ifşa etmek, bağırmak çağırmak; cezasız kalanları cezalandırmak için can atıyorum. Adalet için inliyorum… Da aldığım terbiye izin vermiyor. Hiç izlememiş olsam da insanların Saadet Pekmez’i neden takip ettiklerini öyle iyi anlıyorum ki. Kendi yapamadığımı başka birisinin yapabildiğini görmenin hazzı bütün bedenime, zihnimin her bir nöronuna zerk oluyor. Handiyse pornografik bir durum diyeceğim…
Bir yanım beni sükunete çağırırken diğer, pek bilmediğim, sakladığım, bastırdığım yanım sözlüğümde yer vermediğimi sandığım kin tutmak ihtiyacı ve intikam almak arzusunu bas bas bağırıyor. Sanatın böyle bir etkisi olabilir mi? Oratorio, öyle bir sihirli kutu işte.
Bazı sergiler çok sıkıcı. Bu farklı. İlk defa bir sergide konsantrasyonumu sonuna kadar korumayı başarıp, üstüne bir de Paula’nın oğlu Nick Willing’in annesinin hayatına ilişkin hazırladığı belgeseli sonuna kadar oturup izleyebildim. (Sevgili Pera Müzesi yönetimi, elma kokulu sabunlarınızı çok seviyorum tamam. Ama salona lütfen rahat bir iki koltuk yerleştirin. İzleyici bol, oturacak yer yok, olan tek bank da neredeyse bir saat süren belgeseli izlemek için aşırı konforsuz. İnsanın zihnini allak bullak ederken poposunu da dümdüz eden bir belgesel deneyimi yaşatıyorsunuz. İstediğiniz buysa sorun yok.)
Kendi kendime sordum, acaba Alistair Hicks’in kürasyonu; onca açıklama metni ve belgesel olmasaydı da bu kadar etkilenir miydim sergiden? Bu bizi elbette şu soruya götürüyor Paula’nın eserleri kendi kendilerini açıklıyorlar mı? Her bir görselin, figüratif eserlerin ve özellikle de fotoğrafların kendilerini açıklama yetilerinin çok yüksek olduğuna inanmama karşın, bir o kadar da bizi çok farklı yönlere yöneltme potansiyelleri olduğunu düşünüyorum. Eğer Paula ile yapılmış röportajları okuyup dinlemeseydim ve bu tablolar bana bir kürasyon kapsamında sunulmasaydı pek çok şey havada kalacaktı. Ancak bu söylediklerim ilginç bir şekilde Paula’nın çalışmalarının manyetik, hipnotik hatta mistik gerçekliğinden zerre kadar azaltmıyor. Ağızları bağlanmış gözleriyle konuşmaya çalışan insanlar gibiler. Her ne kadar öyle denilse de gözler konuşmaz, dudaklara ihtiyaç var.
BE & HG: Daha gençken hiç hikâye yazar mıydınız?
PR: Aslında bir iki tane yazdım, evet. Yazdım.
BE & HG: Neden vazgeçtiniz.
PR: Çünkü hikâyeyi yazmaktansa onu çizmeyi tercih ederim! Böylesi daha hızlı. Hikayeni yazarken ne hakkında olduğunu biliyorsun – normalde baban ya da benzer bir şey hakkında oluyor- ama çizim yaparken işin içine yaratıcılık giriyor. Bir şeyi çizerken, sıklıkla o şey başka bir şeye dönüşüyor ve o yeni şeyle çizimine devam edebiliyorsun. Tamamen farklı bir şekilde gelişiyor, organik bir süreç ve elle yapılıyor. Eliniz onu değiştiriyor vesaire. Her şey üzerine düşünmek zorunda olmaktan çok daha ilginç. [4]
Ben: Sevgili Paula, seni anlıyor, söylediklerinin bazılarına katılmakla birlikte bir kısmına katılmıyorum. Belli ki senin ifade ihtiyacını en iyi karşılayan araç çizmek. O sırada aklını bir kenara bırakabildiğini söylüyorsun röportajlarından birinde. Yazmanın sadece zihinsel bir süreç olduğunu düşünmüyorum, yazmak çoğu zaman izin vermek ve bırakmakla ilgili. Konuşmadan kendini ifade etmenin ya da kendini ifade etmenin bambaşka yollarının olmasının ve herkesin kendisine uyanı seçebilmesinin özgürlüğü ve güzelliği karşısında büyülenmemek elde değil. Bak mesela kim tutar bizi. Zaman kavramını bile deldik ve ben seninle konuşuyorum, öyle değil mi? Kimisi bunu imkânsız hatta uygunsuz bulabilir. Neden ki, sen de zamanı aramızdan atıp, eserlerinde benimle konuşmadın mı? İletişim kurmak için ille de aynı zaman ve mekânda mı olmamız gerekiyor? Sanat insana ölümü sorgulatıyor. Sanat zamansız bir kayıt cihazı gibi mesajını durmaksızın diriltiyor. Elbette Paula, asla etten kemikten iki insan gibi karşı karşıya gelip konuşamayacağız, biliyorum. Kimisi bu ilişkinin platonik yani tek taraflı olduğunu söyleyecek. Sen onca resmi sırf kendin için mi kaydettin. Biliyorum ki ben ve benim gibiler daima aklının bir köşesindeydi. Tohumlar ne kadar gerçekse bizler de senin zihninde o kadar gerçektik ve şimdi pıtır pıtır açıyoruz, bedenin şu anda çürümekte olsa da.
Sonuçta her ne kadar Paula ile aynı zaman diliminde olma hayallerine dalmış olsam da bu yazıyı senin için yazıyorum. Kesin olan bir şey var ki, ileride bu yazıyı birileri okuduğunda ve bu ola ki sen olduğunda ben o zaman diliminde yaşamıyor olacağım. Ve ola ki sen yazımdan keyif aldığında ve bana karşı hisler beslediğinde birileri sana platonik diyecek. Bunda hiçbir sıkıntı yok.
Evet burada sanatçının yalnızlığı konusunu gündeme getiriyorum adım adım ve kabullenilme, benimsenme ve sevilme isteğini. Paula’nın çalışmalarını beğenmiyorlar. Israrla çalışmaya devam ediyor. Paula soyut sanatın yüceltildiği döneminin erkek egemen ressamlar dünyasında figüratif çalışmalarından dolayı, üstüne üstlük bir de hikayeler anlattığı için aşağılanıyor. Kendisine bu işten vazgeçmesi eline bir fırça alıp sağdan sola, soldan sağa sürmesi salık veriliyor ciddi sanatçılar tarafından. Deniyor o da. İtaatkâr bir tarafı var. Kendisini alenen aldatan çapkın kocasına ve hayata karşı. Bir de isyankâr Paula var ki, resimlerinde adeta ilahlaşıyor. Gerçek hayatta yapamadığı, ifade edemediği ve hayata geçiremediği şeyleri çizimleriyle diriltiyor.
Üç yaşına kadar babaannesi, babasının babası ve babasının dedesi ile yaşıyor. Onlardan hikayeler dinleyerek, karakterinin temellerinin atıldığı bu geniş evin koridorunun sonuna doğru yürüyelim gel birlikte. Büyük büyük dedenin odası burası. İçinde kocaman bir oratorio var. Büyük büyük dede burada sürekli ibadet halinde. Şimdi açık olmaya başladı mı oratorio nereden geliyor. Paula’nın eserlerindeki her şeyin bir karşılığı var. Biz bunları kendisi bize anlatmadan tam bilemesek de. Elbette seviyorum bir sanat eserine bakıp kendi başıma yepyeni bir dünya yaratma potansiyelini. Ama en çok da, sanatçının ne anlatmak istediğini bana kendisinin anlatmasını seviyorum. Hem bu benim hayal kurmama bir engel değil ki. Sanatçının bıraktığı yerden ben zaten elimde olmadan kendi dünyamı kurmaya devam edeceğim. Velhasıl, soyut eserlere bön bön bakmak pek hoşuma gitmiyor.
Paula’nın bütün çalışmaları hayatına/hayata ilişkin. Gerçi hangi sanatçının değil ki. Paula bunu sadece açık bir şekilde ifade ediyor. Tabii hemen değil, yıllarını alıyor. Dile kolay kırk yıl süren terapi sürecinden söz ediyoruz. Neredeyse yaşamının yarısı. Başlangıçta belki yıllarca kelimelere dökemediği için, özel hocasının tacizlerini ifade etmek için çizmiş, çizmiş... Çok özel bir kürtaj serisi var mesela. Ya ben bu kadına bayıldım. Ailem gibi, ailemdeki güçlü ve kırılgan kadınlar gibi. Yine evime asmak istemeyeceğim türde çizimler, baskılar. Duygu yüklü, yüreğime ok gibi saplanıyorlar. Bir kadının, bir insanın çektiği acı, yaşadığı korku, hissettiği tiksinçlik ve yüklenmişlik… Sonra bir depresyon serisi var. Öylesine içli ve hakiki.
Paula’nın, aslen kendisi de çizer olan annesi, ana babasını erken yaşta kaybetmiş, belki dünyaya açılmak isterken statükoya bir nebze yenik düşmüş zor bir kadın. Ve kızına dünyayı açan, diktatör Salazar yönetiminin altında mücadele veren zengin iş adamı baba. Burjuva bir ailenin ürkek tek çocuğu.
Rego’nun babası biricik kızının faşist Portekiz’de büyümesini istemez ve onu Kent, Sevenoaks’taki Grove Finishing School’a (genç kızlar için görgü okulu) gönderir. İki dönem sonra Rego sanat okuluna başvurur. İngiliz Hocası David Phillips gitmemesini önerir ve uyarır; “Gidemezsin. Kızların sanat okulunda başına gelen tek şey hamile kalmaktır. [5]
Paula “İyi kızlar cennete kötü kızlar her yere” [6] misali, The Slade School of Fine Arts’a gidip, orada gelecekte eşi olacak Victor (Vic) Willing’le karşılaşıp, kısa süre sonra hamile kalıyor. İngiliz Hoca’sının bilmediğiyse, Paula’nın sanat okulunda başına gelen hamilelik ve çocuk aldırma dahil her şeyin bu yazıyı yazdırdığı. Bir tür 'Kelebek Etkisi' diyelim mi?
Amacım, Porto gezisini anlattığım 'Porto’da Düdüklü Balayı'nı tamamladıktan hemen sonra Lizbon’u yazmaktı. Yıllar önce İstanbul ve Lizbon’un benzerlikleri üzerine bir sergiye gitmiştim; harika bir çıkış noktası olabilirdi. Diğer yandan, yönünü Amerika’ya çevirmiş 'Padrão dos Descobrimentos' yani Keşifler Anıtı, başlı başına müthiş malzemeydi hikayemi temellendirmek için. Sonra bazı duvarlarını sanatçı kralın kendisinin resimlendirdiği Pena Sarayı vardı. Hristiyanlığın yanı sıra İslam mimarisinden hayli etkilenmiş, kayalıkların üzerine inşa edilmiş neo-romantik şato. Ve çektiğim pek çok kare fotoğraf. Kim bilir belki bir gün onları da yazarım. Sonuç olarak Paula’nın çekim gücü hepsini bünyesinde eritti. Çark etmemde, Paula’nın hayatına şekil veren çocukluk hikayelerini Lizbon ve Estoril’de dinlemiş olmasının payı büyük. Sonra Cascais ve Estoril Kumarhanesi Paula’dan dinledikten sonra benim ziyaret ettiğim yerler olmaktan çıkmıştı. İkinci dünya savaşında Avrupa’dan kaçan mültecilerin sığınak ve geçiş noktası olan Lizbon ile Amerika’yı keşfetmek için yola çıkılan Lizbon aynı yer değildi. Paula kazandı. Yine de Paula olmasa da kendisini her koşulda yazdıracak bir bölüm var: Cabo da Roca. Hadi gel yazıyı onunla ilerletelim.
En sevdiğim temalar güç oyunları ve hiyerarşiler. Hep kafalarındakini altüst etmek, kurulu düzeni bozmak, kahramanları ve budalaları değiştirmek istiyorum. Eğer hikâye ‘verilmişse’ onu kendi deneyimime uygun hale getirmek ve şok edici olmak için değiştirmek istiyorum. Hikayeleri sevmekle beraber onların altını oymak istiyorum, tıpkı sevdiğiniz insana zarar verme isteği gibi. [7]
Meseleleri tersyüz etmek, intikam hissimi dindirmek, kızgınlıklarımı okyanusa bırakıp yeni bir başlangıç yapmak için buradayım. Şu ana kadar hayallerde gezdik, şimdi ayaklarımız zemin görecek, epey kaygan olsa da.
Hedef Cabo da Roca. Ebru ile Sintra’dan belediye otobüsüne biniyoruz. Şoförümüzün mikrofonu var ve belli ki yol boyunca kapanmayacak. Karısından ayrılmış. Üzgün, kızgın, kendisini haklı görüyor. Peki bundan bize ne. E istersen atla otobüsten, at kendini virajlardan yarlardan aşağı. Manzara muhteşem. Kâh orman içi kâh kıyısı. İlerledikçe deniz yaklaşıyor. Politikayı da seviyor belli. Bir yandan viraj alıyor diğer yandan Avrupa Birliği’nden ayrılmak isteyen İngiltere’ye sektirirken, Portekiz’de gördüğümüz en Akdenizli şahıs olma yolunda ilerliyor. Portekiz bir deniz ülkesi olmasına karşın insanlarında garip bir içe kapanıklık var. Kuzeye doğru gittikçe bunun arttığı, oraların en Portekizli olduğu söyleniyor. “Hıh.” diyor sırıtarak. Aynadan yüzünü görebiliyorum. “İngiltere Avrupa’nın en batı ucu olabilirdi belki, ama artık Avrupa’da bile değil.” Şimdi kahkaha atıyor. Veee 12 puan Portekiz’e gidiyor. Aaaa sahi biz de Eurovision’da değiliz artık değil mi? Tüh. Kısacası şoförümüz hem arkadaş canlısı hem de hiper. İyi de ben hiper günümde değilim, sakinleşmeye ihtiyacım var. Tam da bunun için burada değil miyiz?
Orman bitti. Taban seviyesinde göz alabildiğine grimsi yeşillik. Eskiden bu düzlüklerin kendine özgü bir bitki örtüsü varmış, sonra bir sukulent olan istilacı tür 'carpobrotus edulis' tarıma elverişli toprakların tamamını kaplamış. Amerika’nın istilasınının çıkış noktasında yaşananlar sence de manidar değil mi? Etme bulma dünyası.
İşimde mutlu olmadığım, hayatımın gidişatını sorguladığım günler. Önümü görmek, ileriye bakmak istiyorum. Garip bir coğrafya, bir iki metre yürüyorsun rüzgâr uçuruyor, az geri geliyorsun suspus. Yolun sonu uçurum, uçurumun sonu yeni kıta, yepyeni fırsatlar, zenginlikler. On beşinci yüzyılda buradan hangi hayallerle ayrılmışlardı, şimdi benim hayallerim neler? Kıtanın batıdaki en uç noktasını simgeleyen anıtın önünden uzaklara bakıyoruz. Yol düz gibi görünse de dünya yuvarlak, Hiç sağa sola sapmadan aynı enlemin üzerinde durmaksızın ilerlersek çıktığımız noktaya varacağımızı prensipte biliyoruz. Peki yol bizi değiştirmeyecek mi?
Rego ne zaman kompozisyonda takılıp kalsa şunu yaptığını öne sürmektedir; “Çocukluğumdan bildiğim o yere gidiyorum. Odayı hatırlıyorum. Mobilyaları ve odayı çiziyorum ve hikâyeyi içine koyuyorum.”
Rego’nun pek çok tablosunda bence başrol koltuklara verilmiş. İnsanlar koltuklara oturmaktansa yığılıyor, yumuluyor, domalıyor, uzanıyorlar. Koltuk bir kaçış, bir sığınak, bir mağara. Bedenler hep eğilip bükülüyor, nedense omurgaları asla dik duramıyor, bacakları ağırlıklarını taşıyamıyor.
Kaya Burnu diye çevirebileceğimiz Cabo da Roca bunların tam tersi. Ortada bir deniz feneri dışında belki bir tane daha yapı var. Deniz feneri de aklımıza gelebilecek en omurgalı yapı olsa gerek. Açık havada herkes ayakta. Belki üzerine tünenebilecek birkaç rahatsız kaya etrafa serpiştirilmiş doğa tarafından. Ebru ile yan yana, ufuk çizgisine bakıyoruz. Hayatımın nerede olmasını istediğimi tam olarak bilemiyorum ama şu anda olduğum yerde olmak istemiyorum. Bir mum bulsam o anda adayacak bir dileğim yok çünkü. Yönümü kaybetmişim. Doğru yerdeyim, Deniz Feneri dibimde.
En sevdiğim temalar güç oyunları ve hiyerarşiler mi benim? Hep kafalarındakini altüst etmek, kurulu düzeni bozmak, kahramanları ve budalaları değiştirmek mi istiyorum? Belki de gereğinden fazla zaman harcıyorum bu konuyla. Belki ülkem ve gezegenim de bu konulara fazla takmış kafayı.
Paula’nın evime asmak isteyeceğimi söylediğim tablosunun adı “Geniş Sargosso Denizi”. Arkasına masmavi denizi almış kolonyal dönemden kalma evin sütunlu verandasında; sandalye, koltuk ve masaya hatta yere uzanmış, çökmüş kendini derin uykuya bırakmış farklı yaş, ırk ve cinsiyetten bir grup insan. Sanki herkes orada, aynı anda da kendi türlü çeşit dünyalarında.
Buradan denize iniş yok. Peki nereden var? Geçmiş gün, anımsamıyorum, kesin insanlara sormuşuzdur yolu. Kuzeye doğru keçi yollarından kafileler ilerliyor. Yol zormuş, insanlar yine de gidiyorlar. E öyleyse biz de gideriz. Planlanmamış parkurda bilinmeze yürüyüş. Bir süre denize paralel zikzaklar çizerek ilerledikten sonra aşağıya doğru ilerleyen bir yarığa geldik. Acaba burası mı iniş? Bilmiyoruz. Değil gibi. Biraz içgüdülerimize güvenip, biraz da etrafta dolanan küçük kafilelere bakıyoruz. Sonra başka bir yol bulup aşağıya doğru gerçekten çok dik, toprağın sık sık kaydığı alanlardan geçerek ilerliyoruz. Bir vizyon oluşturmak için doğru yerde miyim? Bu yolun bir de dönüşü var.
Her şey okyanusa kavuşmaya değer, okyanustan ayrılmak zorunda olduğunu bilsen bile. Değer mi gerçekten?
Okyanus deniz değil, Akdeniz hiç değil. Ritmi yok. Ekim’in ilk günü hava ne soğuk ne sıcak. Mayolarımız üzerimizde. Bulduğum her suya giren ben tedirginim. Sonradan öğreniyoruz ki burası denize girmek için değil güneşlenmek için gelinen, zor ulaşıldığı için de çıplaklar tarafından tercih edilen bir plaj. Etrafta pek bir insan yok. Hadi öyleyse girelim okyanusa. Acayip bir durum. İkinci dalganın ne zaman geleceğini bilip de kendini ayarlayamıyorsun. İpuçsuz bucaksız su. Kum desen kum değil, kaya desen kaya değil. Dalga seni yerden yere vuruyor, vurduğu yer kumsa bir yanı kaya. Bırak yüzmeyi yüzeyde kalman mümkün değil. Kafamızı patlatıp bir yerimizi kırmadan sudan çıkıyoruz. Hayal kırıklığı değil de… Farklı bir deneyim yaşamanın heyecanı var tabi yine de. Beklentim karşılanmıyor.
Beklentim neydi ki? Ne anlatıyor bana okyanus? Ebru, kendisini iki devasa kaya bloğunun arasına almış, Ayı Plajı’nın [8] bir ucunda dinlenirken; ben de diğer uca yürümeye karar veriyorum. Dinginleştirici suyun görevini, kumsal görür bu kez belki. Bilim kurgu filminde başka tür bir gezegene düşmüş gibiyim. Aslında tam da bu değil miydi istediğim? Başka bir bakış açısı kazanmak dünyaya farklı bir perspektiften bakmak. Öyleyse doğru yerdeyim, parametrelerim şaşmış, farklı bakmamı öğütlüyor hayat.
Karşıdan bir kadın benim olduğum yöne doğru yürüyor. Bir yerden gözüm ısırıyor. Yaklaştıkça yüzü belirginleşiyor. Mümkün olsa bizi Cabo da Roca’ya getiren şöförün kadın ikizi diyeceğim, o kadar mı benzer. Üzerinde beyaz bir elbise, sanki yerel bir kostüm. Eteğinin üzerinde kahverengi bir üst etek ve belini saran kalın siyah bir kemer. Hava hızla kararıyor, ay doğmuş. Kadın kendi etrafında dönerek dans etmeye başlıyor. Hemen solunda bir çift, biraz arkada küçük bir kız anne ve büyükannesi ile, onların az önünde de başka bir çift. Herkes dans ediyor.
Paula’nın eşi öldükten hemen sonra tamamladığı 'Dans' tablosunun dibindeyim. Ebru ortada yok. Ben de tablonun içinde değilim, kimsenin görmediği bir yerden olup biteni izliyorum.
Aslında okyanusun da Paula’nın da mesajı açık; “Burası Akdeniz’e benzemez, sınırsız bitimsiz bir deniz, kendine has yasaları var uyarsan yaşar uymazsan ölür gidersin” diyorlar.
Peki sence Ayşegül’e ne oldu? Küllerinden Paula olarak doğmasın sakın?
[1] “Paula Rego Hikayelerin Hikayesi” Sergisinin Pera Müzesi Tarafından Yayınlanan Kataloğu. Ben Eastham ve Helen Graham Tarafından Paula Rego ile Yapılan Röportaj. s.158.
[3] Ben Eastham Ve Helen Graham Röportajı, Paula Rego’nun “Nereden Başlıyorsunuz?” Sorusuna Yanıtı. S.158.
[4] Ben Eastham Ve Helen Graham Röportajı, S.158.
[5] “Paula Rego Hikayelerin Hikayesi” Sergisinin Pera Müzesi Tarafından Yayınlanan Kataloğu. Biyografi Bölümü: S.170.
[6] Anonim Olduğu Düşünülen “Good Girls Go To Heaven, Bad Girls Go Everywhere.” Sözünü Mae West’in Popülerleştirdiği Düşünüyor.
[7] “Paula Rego Hikayelerin Hikayesi” Sergisinin Pera Müzesi Tarafından Yayınlanan Kataloğu. “Paula Rego: Hiçbir Hikâye Tek Başına Hikayeyi Anlatmaz”, Alistair Hicks. S.34
[8] Praia da Ursa