Jacques Attali'ye göre, 1900 yılında bugünkü anlamda demokrasi hiçbir ülkede yoktu. 2006 yılında ise 119 ülkede, yani dünya devletlerinin %62'sinde çok partili düzen bulunmaktadır.
Ancak bunların sadece pek azında özlenen, en iyi (optimum) demokrasi vardı.
Türkiye, ne yazık ki, bu son öbek içinde olmak şöyle dursun, araştırmalara göre, artık kimi Afrika ülkelerinin bile gerisindedir.
Çünkü Türkiye, ilk demokratik seçimi, 1946 yılında yaşamıştır.
Ama bu seçim, asla demokratik bilinçle, haklar ve özgürlükler bilinciyle yapılmamıştır.
Çünkü solun sesi o seçimde yoktur. Niçin? 1926/765 sayılı T. Ceza Yasası'nın 141, 142'nci maddeleri o sesi yasaklamıştır.
Sağın sesi de yoktur. Çünkü aynı Yasa'nın 163'üncü maddesi o sesi de yasaklamıştır.
1961 Anayasası'yla biraz soluk alan Türkiye'de ilk kez solun sesi TBMM'ne girmiştir.
Faşizm artığı bu maddeleri ise Türkiye, çok partili düzene geçtiği dönemin ilk seçiminin üzerinden ancak 45 yıl geçtikten sonra, neredeyse yarım yüzyıl gecikerek kaldırabilmiştir.
Evet, kaldırmasına kaldırmıştır. Ama hak ve özgülükler bilinciyle değil, dış politikada kimi kazançlar sağlamak için.
Çünkü ülkemizde, bırakınız sokaktaki sade insanı, yönetenlerin ezici çoğunluğunda bile bu bilinç yeterince gelişmemiştir.
Demokrasi, çoğulcudur, çok seslidir. Çoğulculuğun ve çok sesliliğin dış dünyaya yansıması ise, ancak her türden görüşün, inancın dış yansıtılabilmesiyle, çok partiyle olur.
Evet, ülkemizde çok düşünce de var, çok parti de. Ama görünüşte.
Çünkü düşünenlerin çoğu cezalandırılmış. Tek umutları AİHM. O da olmasa hepsi cezaevlerine girecekler.
Çünkü partileri kapatma gücü de sözde yargılama erkine ait. Ama acaba gerçekte nasıl?
İktidardan gücünü alan bir parti, kapatılsın deyince dava açılabiliyor izlenimi var. Bu izlenimin yaratılması bile bu güç tekelinin yargıda olmadığı düşüncesini gündeme getiriyor.
Bu durum bile demokrasiyi yaralar.
Demek, partiler dâhil, hiçbir kuruluş, hiç kimse bu ülkede özgür değil.
Dünden bir örnek verelim. Bu ülkede Kırşehir, iktidara karşı bir partiye oy verdiği için ilçe yapılmadı mı?
Bunu yapan iktidar sahipleri olgunluk dönemini yaşayan insanlardı. Ama onlarda demokrasi, haklar, özgürlükler bilinci olduğunu söyleyebilir misiniz?
Yakınlara gelelim.
Bu ülke, 1960'lı yıllarda yüz karası 163'üncü maddeyi savunan hukukçuları, Yargıtay başkanlarını gördü.
Bu ülke, bildiğimizce Boğaziçi Üniversitesi dışında, başörtüsü yasağını savunan rektörleri, uzmanlık alanları demokrasi, hak ve özgürlükler olan anayasa profesörleri gördü.
Bu ülke, laikliği yozlaştırarak aynı yasağı sözde hukuksallaştıran Anayasa Mahkemesi başkan ve yargıçlarını, kararını, bu görüşlerin, bu kararın nelere mal olduğunu da gördü.
Anayasa Mahkemesi'nin bu laikliği yozlaştıran kararını eleştiren eski yazarlarını dışlayan sözde cumhuriyetçi gazetesini de gördü.
Bir zamanlar Walter Benjamin "hukuk, kurucu şiddet"tir, demişti. Gerçekten her karar, aslında hukuk adına oluşturulmuş bir şiddettir. Eğer bir yargı kararı, bu noktayı da aşmışsa, binlerce beyinlerden süzülüp gelen ilkelere ve kavramlara ters düşen bir karar ise, şiddetin de ötesinde katlanılamaz bir işkencedir.
Yönetenlerin ve kamuoyunun olumsuz görülen bir olaya dikkatini çekmek için "gösteri hakkı"nızı kullanmak için kaymakama, valiye başvurmaya görün.
Onların büyük çoğunluğu, size "hayır" diyecektir. Oysa gösteri hakkı, size annenizden doğarken doğanın tanıdığı bir hak olan düşünme özgürlüğünün yansımalarından sadece biridir.
Anne ağlayarak düşünce özgürlüğünü yansıtan çocuğunun ağzını kapatıp soluğunu keserek onu öldürebilir mi? Öldürürse suç işlemiş olmaz mı?
Yönetenler de, kim olursa olsun, gösteride bulunarak yönetenleri uyarma hakkınızı sizin elinizden asla alamaz. Alırsa yetkisini –ki buna yanlışlıkla görevini diyorlar- kötüye kullanma suçunu işlemişi olur (Türk Ceza Yasası, m. 257).
Çünkü her hak, insanı hakları ve şerefiyle bir hukuk kişisi ve öznesi kılan bir erktir, güçtür, iktidardır.
Bu yüzden hukukun son derece ayrıklı, ayrıklı olduğu için de çok sınırlı olarak düzenlediklerinin dışında, hiçbir yetkili ve güç, sizin anayasalarda yer alan haklarınızı, erklerinizi, iktidarlarınızı elinizden alamaz.
Kısaca bu erkleri, iktidarları kişinin elinden her yöneten de suçlu; her yönetim de faşisttir.
Bir örnekle yazımızı sürdürelim. Boğaziçi Üniversitesi'nde gösteri hakkını ve özgürlüğünü kullanan öğrencilere yetkililer, "terörist" diyerek sövmediler mi?
Evet, bir insana terörist demek sövme suçunu oluşturur. Hakaret suçuyla ilgili maddenin gerekçesinde bu örnekleri görebilirsiniz.
Kimse şunu unutmasın. Hukukun üstünlüğüne dayanan bir düzende devleti yönetenler de dâhil, hiç kimsenin suç işleme özgürlüğü yoktur. Varsa, o düzen faşizme kaymış demektir.
Faşist bir düzende ise, artık hak ve özgürlüklerle donatılmış bireyler yoktur. Sadece faşist düzenin yarattığı, şerefleri elinden alınmış köleler vardır.
Faşizme yüz vermeyen ülkelerde bizde yaşananların hiçbiri yaşanmaz, yaşanamaz. Sözgelimi, dikkat ediniz Fransa örneğine. "Sarı yelekliler" neredeyse üç yıldır gösteri hak ve özgürlüklerini kullanıyorlar. Ama en alttaki yetkililerden cumhurbaşkanına dek hiçbir yönetici bu gösterileri yasaklamayı düşünmedi. Düşünemez de.
1968 olaylarında bu hak ve özgürlükleri toplumun nasıl doyasıya kullandığının örneklerini Paris'te doya doya yaşadım.
Çünkü yöneten de, yönetilen de hak ve özgürlükler konusunda bilinçliydi.
İşte size yakında yaşanan bir örnek: Başkan E. Macron, bir tatil günü eşiyle birlikte dışarıda bir gezinti yapmak istedi. Saraydan çıkarken sarı yeleklilerden biri, bir soru sorunca Macron, sesini yükselterek dinlenmek için dışarı çıktığını söyledi. Bunun üzerine sarı yelekli, Cumhurbaşkanı'nın yüzüne karşı şunları haykırdı: "Benimle sesinizi yükselterek konuşamazsınız. Siz benim hizmetçimsiniz!"
Fransız yurttaş doğru söylüyordu. Macron, "ben, Fransızlara daha iyi hizmet ederim" diye adaylığını koymuş, Fransızlar da onu kendilerine hizmet etsin diye başkan seçmişlerdi, azarlanmaları için değil. Çünkü devlet ve başkan, insanlar ve Fransızlar içindi. İnsanlar ve Fransızlar, devlet ve başkan için değil.
Burada bir ayraç açayım ve "yargı bağımsızlığı" bilinciyle de ilgili bir örnek vereyim.
Yanılmıyorsam iki bin yılının başında J. Chirac, bir televizyon konuşması yaptı. İki konuyu işleyeceğini söyledi: Yargı bağımsızlığı ve ekonomi.
O dönemde "Yargıçlar ve Savcılar Kurulu"nun başkanları cumhurbaşkanlarıydı. Ancak bütün cumhurbaşkanları yargılama erkinin bağımsızlığına özen göstermiş, Kurul'un kararlarını âdeta gözlerini kapatarak onaylamışlardır. Sözgelimi, Yargıtay'a üye seçilecekse Yasa'ya göre Kurulun belirlediği üç kat aday cumhurbaşkanına sunulmak gerekirdi. Ama Kurul, hiçbir zaman üç kat aday göstermemiştir. Kaç koltuk boşalmışsa o kadar aday göstermiştir. Hiçbir cumhurbaşkanı da, "bu Yasa'ya aykırıdır, üç kat aday isterim" diye buna karşı çıkmamış, Kurulun gösterdiği adayları onamıştır.
İşte bunu adı, "yargı bağımsızlığı bilinci"dir.
Chirac da kendi döneminde böyle yapmıştır. Ancak yine de Kurulun başkanı olmaktan rahatsızdır.
Kendi döneminde başaramadığını aynı rahatsızlığı duyan Sarkozy 2008'de başarmıştır.
Fransa'da artık cumhurbaşkanları, "Yargıçlar ve Savcılar Kurulu"nun başkanı değildirler.
Bizde böyle bir olayı yaşamak değil, düşünmek bile bir düştür. Yakın dönemde HSK'ya seçim yapılırken partiler, bırakınız yargı bağımsızlığı ilkesini ve bilincini, kendilerine en yakın görünen adayları için pazarlıklar yapmadılar mı?
HSK seçiminde pazarlık, sonra da yargı bağımsızlığından söz etmek!
Hadi canım sizde! Hiç de ilkesel değil, bu yaklaşım. Ama yüzeysel yaklaşım ve çirkinlik kol kola.
Bağımsızlık ilkesini bir yana bırakıp pazarlık yapanlarda bu bilincin bulunduğu söylenebilir mi?
Binlerce yılın içinden binlerce beyinlerden süzülüp gelen, en sonunda Locke'lar, Montesquieu'lerle bir ilkeye dönüşen yargı bağımsızlığı dokunulamaz bir değerdir.
Değerler, pazarlık konusu yapılamaz.
Demek, bu bilinç, ülkemizde sadece ders kitaplarında vardır. Ama beyinlerde yoktur. Çünkü benim ülkemde hukuku, hukukun intihar savsözü yönlendirmektedir: "Bilim, kuram başka; uygulama başka"!?
Hukukumuzu yıkan bu sözden sürgit tiksinmişimdir.
"En doğru yol gösterici bilimdir" sözünü çürüten bu söz, hukukumuzu da bütünüyle çürütmüştür.
Geçelim. Konumuza dönelim, kaldığımız yerden yazımızı sürdürelim.
Evet, hiper demokrasiye doğru koşan Batı ülkelerinde makamına korumasız, hatta bisikletiyle giden, köy evinde tavukları ve keçisiyle oturan devlet başkanları, başbakanlar vardır. İngiltere'de on numaralı başbakan konutu hiç değişmemiştir. Almanya'da başbakanlar kendi apartman dairelerinde otururlar.
Çünkü oralarda saygınlığı, borç içindeki halkını savsayarak, saraylarda keyif çatmada değil, demokratik düzenin gerçekleşme düzeyinde gören bilinçli yöneticiler vardır.
Batı, ekmek bulamayan halkına "pasta yesinler" diyenleri, yönetim kadrolarından yaklaşık iki yüz elli yıl önce kovdu.
Ve onlar da o koltuklara bir daha dönemediler.
Çünkü oralarda hukuk ve devlet insan içindir.
"Pasta yesinler" sözlerinin neyi anımsattığı belli.
Kimse kendisini avutup aldatmasın.
Buna karşın bizde, saraylarda oturan, yüzlerce araç eşliğinde binin üzerinde korumayla sokağa çıkan, ana caddeleri dakikalarca kapattıran yöneticiler ve devlet var.
Çünkü bizde, insanlar, hukuk ve devlet; devleti yönetenler içindir.
Kısaca bizde, bırakınız sade insanları, yükseköğrenim görmüşler arasında bile yirmi birinci yüzyılda Macron'u seçenlerin bilincinde olan birini düşünmek, günümüzde de hâlâ bir düştür. Türkiye Aydınlanma yüzyılını ve akılcılığı yaşamamış, nakilcilikle, dogmacılıkla avunmuş, Batı bilim ve sanatını özümseyememiş, Batı hukukunu değil, o hukukun ürünleri olan yasaları aldığı için Batının hukukunu da yozlaştırmıştır. Bunu ben söylemiyorum. Ceza hukuku konusunda ders kitaplarında öğretisi okutulan "Yeni Toplumsal Savunma Okulu"nun kurucusu Marc Ancel İtalya'dan aldığımız Yasa'ya ilgili olarak söylüyor. Tam 41 yıl önce: "Zanardelli Yasası, Türk uygulamasında kimi önemli yozlaşmalara uğramıştır" (Ancel, Marc, Intérét et nécessité nouvelle de la recherche pénaliste comparative, Mélanges en l'honneur du Doyen Pierre Bouzat, Paris, 1980, s. 10).
Bu ülkede hangi alanda hangi ilke, hangi değer yozlaşmamıştır ki?
Kendimizi aldatıp avutmadan laiklik ilkesini ele alalım. Yazılı Anayasa'ya göre devletimiz laiktir, laiklik Anayasa'nın değiştirilemez ilkesidir değil mi? Ancak gelin görün ki, ülkemizde devlet, örgütlenmesinde, bilim alanı ile din, inanç alanını ayıramadığından öğrenimde teokratik bir devlettir. Devlet, sadece yasa yaparken laiktir. O kadar.
Öte yandan unutulmamalıdır ki, demokrasi, bu dünyanın düzenidir. Ancak bizde daha çok öbür dünyanın düzenidir. Bu yüzden yönetenler, AİH Mahkemesi, antidemokratik uygulamalar yüzünden T. C. Devleti'ni ne zaman mahkûm etse, üzülmek, ders alıp yanlışı düzeltmek bir yana, cezayı öder geçeriz pişkinliğiyle efeleniyor; sürekli demokrasi dersinden sınıfta kalıyorlar.
Kısaca günümüz Türkiye'si, bütünüyle bu dünya demokrasisini yaşayacak yerde, yönetenleri ve büyük çoğunluğuyla "öbür dünya demokrasisi"ni (démocratie eschatologique, democrazia escatologica) yaşayan bir devlet ve ülkedir.
Oysa Atatürk'ün hedefi bu değildi. O, bilimle inanç alanını birbirinde ayırmayı biliyor, Fikret'ten esinlenerek "fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür" kuşaklar yetiştirmenin, bu dünyada çoğulcu demokrasiyi gerçekleştirmenin peşine düşüyordu.
Benim görüşlerimle bilim çatışırsa, bilimi izleyin, çünkü "yaşamda en gerçek yol gösterici bilimdir" diyen bir önderdi, O.
Bu nedenlerle yazı devrimini yapmıştı. Bu nedenlerle kadınıyla erkeğiyle özgür yurttaşlardan oluşan bir Türkiye için İsviçre Medeni Yasası'nı almıştı. Bu nedenlerle ve aynı gerekçelerle, yani fikri hür, irfanı hür ve vicdanı hür kuşaklar yaratmak amacıyla bir karşıt parti kurdurarak demokrasiye geçmek istemişti.
Ancak bu sonuncusu, inanç alanıyla bilim alanını karıştıran bir halk ile başarılamazdı. Az önce söyledim. Bugün bile olmuyor. Bu ayrımdan yararlananlar da inananları sömürmeyi sürdürüyorlar.
Öyleyse önce alt yapı oluşturulmalıydı. Bunun için de ilkin kimi devrimler yapılmalıydı.
Nitekim öyle yapıldı.
Unutmayalım.
Bu ülke bir kurtarıcı görmüştür: Atatürk.
İki devrimci görmüştür: Atatürk ve Hasan Âli Yücel.
Birincisi ana devrimleri yapmış. İkincisi de kültür devrimini.
Ana devrimlerin en önemlileri kanımca "Latin yazısına/alfabesine geçilmesi" ve "İsviçre Medeni Yasası"nın alınmasıdır.
Birincisi, bilim ve sanatın Batı'da olduğunun vurgulanması; dolayısıyla toplumsal bir yön değişimidir. Bir biçim değildir. Ancak Arap harfiyle yazılanlar asla yasaklanmamış, kurulan Türk Tarih Kurumu'nun incelemesine bırakılmıştır.
Jacques Derrida 1997'de bunu başaran Atatürk'ün "yazı/harf devrimi"ne, "yazılı külliyatı aşma" (translitération) tanısını koyarken onun aynı zamanda geçmişteki bilgileri araştıran bir Tarih Kurumu kurduğunu unutmuştur. Bilim açısından yasak yoktur, araştırma vardır ve kurumlaşan bu araştırma bütün hızıyla sürmüştür, sürecektir de. Derrida da aslında bu devrimin çağcıllaşmanın yöntemlerinden biri olduğunu belirtmekten geri kalmamıştır.
Çok evliliği yasaklayan "İsviçre Medeni Yasası"nın alınması ise, kadın-erkek eşitliğinin ve çağcıl (modern) yaşamın ülkemizde hukuksallaşmasıdır.
Hiçbir devrim çiçek atarak yapılmamıştır. Fransız Devrimini düşünün. Hekim Joseph Ignace Guillotin'in bulduğu araç, devrimin bütün öncülerinin, devrimle hiçbir ilgisi olmayan kimya biliminin kurucusu günahsız Avukat Lavoisier'nin bile bilinçsizce kafasını koparmıştır.
Bizde ise, hiçbir devrimi yapmak ve sürdürmek için ölüm cezası öngörülmemiştir.
Erekbilimsel (teleolojik) açıdan yaklaştığımızda Atatürk, batılı anlamında çoğulcu demokrasi için, alt yapıyı oluşturacak bir kuşak yetiştirmek için ardı ardına devrimler yapmıştır. Bunların yeterli olup olmadığını anlamak için, Batıda tümelci rejimlerin yükseldiği dönemde bile, eski başbakanı, o dönemde Londra büyükelçisi olan Fethi Okyar'ı 1930 yazında Yalova'ya çağırmış ve demokratik bilinçle ona şunları söylemiştir: "...bugünkü manzaramız, diktatörlüktür. Gerçi bir Meclis vardır. Ama içte ve dışta bize diktatör gözüyle bakıyorlar. Geçen yıl Ankara'ya gelen Alman yazarlarından E. Ludvig, bana idare şeklimiz hakkında tuhaf sorular sormuş ve diktatörlüğümüze kanaat ederek geri dönmüş, bunu da yazmıştır (...) Oysa ben Cumhuriyeti kişisel çıkarım için kurmadım. Hepimiz ölümlüyüz. Ben öldükten sonra arkamda kalacak kurum, bir istibdat kurumudur. Ben ise, millete miras olarak bir istibdat kurumu bırakmak ve tarihe o suretle geçmek istemiyorum..." (Fethi Okyar'ın Anıları, Atatürk, Okyar ve Çok Partili Türkiye, T. İş Bankası Kültür Yayınları, 1997, s. 98).
O parti kurulmuştur. Ancak yaşananlar sonucun başarısız olacağını göstermiştir. Parti kapatılmış, çok partili düzene son verilmiştir.
Kısaca Atatürk, elinden geleni yapmıştır, ama sonuç hüsrandır. Çünkü bu dünyanın rejimi olan demokrasi, öbür dünyaya yenik düşmüştür.
"Demek, bu halkın bir süre daha elinden tutmak ve ona yol göstermeyi sürdürmek gerek. Biz cumhuriyeti kurduk. Gelecek kuşaklar da demokrasiye geçsinler" demekle yetinmek zorunda kalmıştır, Atatürk.
Bir başka tarihsel olay da şudur: CHP Genel Sekreteri Recep Peker, Avrupa, özellikle İtalya ve Almanya gezisinden sonra toplanacak olan parti kurultayına –ki, bu Atatürk'ün yaşamında 9.5.1935'te toplanan son kurultaydır- sunulmak üzere, İtalyan Faşizminden esinlenerek yeni bir tüzük ve çok ayrıntılı bir izlence hazırlamıştır. Partinin eylemli Genel Başkanı İnönü'nün incelemesinden sonra Atatürk'e sunulmuştur, bu metinler.
Atatürk, o gece hiç uyumaz, sabaha değin bunları kitaplığında inceler.
Bu girişime ve sakat düşüncelere çok öfkelenmiştir: "Görülüyor ki, der, Genel Sekreterine, varmak istediğimiz hedef, henüz en yakın –İnönü'yü amaçlamaktadır- arkadaşlar tarafından bile zerrece anlaşılmış değildir".
Bu hedefi de şöyle açıklar, Atatürk: "Biz öyle bir idare, öyle bir rejim istiyoruz ki, bu ülkede padişahlığa yandaş olanlar bile bir parti kurabilsinler" (Soyak, Hasan Rıza, Atatürk'ten Hatıralar, İstanbul, 2004, s. 61-62).
Dikkat edilsin, lütfen. Atatürk, demokraside hiçbir yasak, sınır tanımamakta, bütün dogmaları reddetmektedir.
Öyle ki, çocuğu gibi elinde büyüttüğü, üzerine titrediği "Cumhuriyet"e karşıt görüşlere bile özgürlük isteyecek denli görüşlere saygılı bir önder karşısındayız.
İşte demokrasi bilinci budur.
Çünkü Atatürk, dönemindeki bütün baskıcı, buyurgan tümelci rejimlere karşıdır.
Kurduğu parti de, CHP de, bir amaç değil, bu devrimleri gerçekleştirmek için sadece bir araçtır. Nitekim Duverger, Atatürk'ün kurduğu CHP'yi, hedefi demokrasi olduğu için, başka ülkelerde görülen tek partilerden ayırmış, bu tür partileri "Kemalist partiler" olarak adlandırmıştır. Çünkü Duverger'ye göre bu terimle adlandırılan partilerin vazgeçilmez amaçları, halkı geleceğin demokrasisine hazırlamaktır.
Ama umudunuzu kesmeyin. Her dönemde köle sanılanlar, kurtuluşu eninde sonunda başarmış, yarınların efendileri olmuşlardır.
Elbette bu savaşım, her yerde her zaman kolay olmamıştır.
Çünkü Atatürk'ler yeryüzüne sık gelmezler.
Şunları unutmayalım.
Günümüz çoğulcu demokrasisinin vazgeçilemez temeli düşünce ve inanç ana özgürlükleridir.
İşte bu düşüncelerle 1999'da yeni yargı yılını açarken Meksikalı düşünür Alfonso Reyes Ochoa'nın (1889-1959) demokratik bilinci yansıtan "kenetlenmiş dişlerle özgürlük türküsü söylenemez" özdeyişini konuşmamın en başına koymuştum.
Ama bir de ne göreyim?
Hak ve özgürler bilincinden yoksun sözde üniversite, hatta hukuk öğrenimi görmüş, köle ruhlu ne çok insan varmış bu ülkede?!
Dahası, bunların çoğu, bu konuşmaya Atatürkçülük adına karşı çıkmazlar mı?
Ata, sanırım mezarında ters dönmüştür.
Ama ben onlara bu tutumlarından dolayı sadece acıdım.
Çünkü Atatürk'ü, onun ilkelerini e değişmez hedefi olan çoğulcu demokrasiyi bilecek çapta değildiler.
Aralarında hukuk fakültesini bitirenler bile vardı. Ama demokrasi bilincini özümseyememişlerdi.
Atatürk'ün demokrasi hedefinin çok uzağındaydılar.
İlkin, yasakçıydılar.
İkinci olarak, çoğulculuk kavramından çok uzaktılar.
Düşünce ve inanç özgürlüklerini, yalnızca kendi düşüncelerini savunmak ve kendi inançlarını yaşamak, karşı düşünceleri yasaklamak için istiyorlardı.
Bunun için başörtüsünü yasakladılar. Hem de laiklik adına laikliği çiğneyerek.
Erginlik çağını yaşayan ve kendi alınyazısını belirleme hakkı olan öğrencileri üniversiteye sokmadılar.
Peki, sonra ne oldu?
Toplumun "adaletsizlik mağdurunu kahramanlaştırma yasası" bir kez daha yürürlüğe girdi.
Evet. Bu yasanın yürürlüğe girdiği ilk küresel olay, Sokrates'in ölüm cezasına çarptırılmasıdır. O, hiç kitap yazmadı. Ancak düşünce özgürlüğü uğruna yargılandı, hüküm giydi, verilen ölüm cezasına "ülkenin yasalarına uyulmak gerekir" diyerek ve bütün dünyaya –elbette anlayanlara- son kez bir ders daha vererek boyun eğdi.
Ancak yargılaması herkese açıktı. Bu yüzden Melih Cevdet Anday'a göre uygarlığın başlangıcıydı, bu yargılama.
Kurulan yargı, hüküm de, ceza da, o denemin Yunan yasalarına göre doğruydu.
Ancak bir şey unutulmuştu: Düşünceleri için birini cezalandırmak, öldürmek demokratik değildi.
Bu yüzden hemen her yerde çoklarının göremediği, yukarıda değindiğim yasa sürekli hükmünü yürütmüştür: "Adaletsizlik kurbanından yana olma yasası".
Dikkat ediniz. Sokrates, günümüzde de yasaklanan konuşmalarını yinelemeyi sürdürüyor ve bütün dünyada onu herkes, ilkokul çocukları bile tanıyor. Ama onu yargılayan 501 yargıçtan hiçbirinin adını dünyada bilen yok.
İsa, inançları uğruna Bizans'ın valisince çarmıha gerildi. Bütün dünya onu peygamber olarak tanıdı. Bundan da resim ve yontu sanatı doğdu. O da, aynı toplumsal yasa gereğince öğütler vermeyi sürdürüyor. Dünyada en çok yazılan ve satılan kitabın sahibi oldu: İncil.
1999 konuşmamda işte bunları ve aşağıdaki düşünceleri, bir bakıma olacakları kestirerek dile getirmiştim.
"Eğer uç akımlar yasaklanırsa, demokrasi bu işlevinden, dizgeyi (sistem) ayakta ve sağlam tutan demokratik bağışıklıktan yoksun ve ilk fırsatta yıkılma tehlikesiyle yüz yüze kalacaktır. Tutuklanma Hitler'i yaratmıştır. Sürgün Lenin'i yaratmıştır. Sürgün edilmeseydi, büyük olasılıkla Lenin, ömrünü bir parti başkanı olarak Duma'da noktalayacaktı. Hitler de bir parti başkanı olarak ömrünü tüketecekti".
"Her yasak, yasaklanana güç kazandırmış, aykırılığı mayalandırmıştır. Çünkü yasaklanan her görüş, her inanç merakı kışkırtır. Yasaklanan görüş, kendi inanç çapından çok salgılar. Roma katakomblarına sürülen Hıristiyanlık, ilkin bükülmüş bir dal, daha sonra tepen bir daldır. Yasak kapakları kalktığında da sel, her yeri kaplamıştır. O anlarda ortada artık "tartışan insanlar değil, çarpışan ordular vardır" (B. Russell).
"Yasak, önceleri görece bir dinginlik sağlar. Ancak geçicidir, aldatıcıdır, bu. Çünkü baskıyla sağlanan barış, aslında için için süren bir savaştır. Yasaklanan görüşlerin gaddarlık patlamasıyla öç almalarının nedeni, baskı rejimlerinin dizgenin bağışıklığını sağlamaktan yoksun kalmalarıdır" (Canetti, Elias, (G. Aygen). Kitle ve İktidar, Ayrıntı, İstanbul, 1998, s.23, 26).
"Küçük Hitler'lere mikrofon vermeyerek onları silemeyiz. Hoşlanmasak bile Ku Klux Klanların felsefelerini yayma ve sokakta yürüyüş hakları vardır" (Syberberg, Hans Jurgen, Almanya'nın Ruhu; Modern Tabu, Gardels, (B. ‘Çarakçı' Dişbudak, Yüzyılın Sonu, (Büyük Düşünürler Çağımızı Yorumluyor), İş B. Yay., İstanbul, 1999, s.137, 141).
Unutmayalım ki, en tehlikeli düşünceler bile insanlığın çılgınlıkları arasında yer almıştır, almalıdır. Çünkü insanlar arasında sağduyu eşit paylaşılmıştır (Descartes). Yaratıcılık için kaosa da gerek vardır (BOORSTIN, Daniel, J., İmajın Bir Tarihi: Sahte Olaylardan Asıl Gerçeğe, GARDELS, Nathan, s.254). Düşünsel "anarşi, demokratik ülkelerin en çok değil, en az korkmaları gereken şeydir" (Alexis de Tocqueville).
"Öyleyse ötekinin demokrasiyi yıkma amacı varsa, bırakalım konuşsun. Konuşsun ki, demokrasi içinde sağduyu onu yapayalnız bıraksın. Bu fırsatı demokrasiye verelim, kaçırmayalım. O susturulursa, ona karşı en güvenilir savunma aracından kendimizi ve halkımızı yoksun bırakmış oluruz. Bu savunma aracı şudur: Aşırı uçları savunan kaba görüşleri akılcı yöntemlerle reddetme hakkını halkın elinden almak. Demokrasi "ben ötekinden daha iyi düşünüyorum" yolundaki vesayetçi, Jakoben ve tekelci anlayışı reddeder. Bu hak halkın elinden alınırsa tuzağa düşülmüş olur. Böyle bir tuzağa düşen demokrasiyi ise, artık demokratik ilkeler değil, demokrasi düşmanlarının sindirme yöntemleri yönlendirmiş olacak, demokrasi demokrasi olmaktan çıkacaktır" (Cohen). Bu yüzden Jefferson, "Eğer, demiştir, aramızda birliğimizi bozmak isteyenler varsa, onları rahatsız etmeyelim, kendi hallerine bırakalım."
"Unutmayalım ki, yaşamak için gerekli organlarla donatılan insana bunları kullanma fırsatı vermek, onun gelişmesinin önkoşuludur" (BASTIAT, Fréderic, (D. Russell/Y. Arslan), Hukuk, Ankara, 1997, s.62, 65).
"Özetle özgürlükçülük, başta beynin, düşüncenin, inancın özgürlüğü olmak üzere, ancak demokrasiyle gerçekleştirilebilen, onun olmazsa olmaz öğesidir. "Özgürlük kişinin öz sorumluluk istencinin olması demektir. Kişinin bizi ayıran mesafeleri koruması demektir. Kişinin doğru zamanda ölmeyi isteyebilecek biçimde yaşaması demektir. Rakiplerine, onları aynı olmaya indirgeyerek değil, onlarla uğraşarak, onlara direnerek ve meydan okuyarak saygı duyması demektir. Bir rakip olarak saygı duyduğu kişiyi kimileyin bir dost olarak seçmesi demektir. Karşılıklı bağımlılığı çatışmayla, çatışmayı saygıyla kaynaştırması demektir. Karşı karşıya kaldığı şeyler yoluyla kendisinden öteye uzanması, bunların benlikte uyandırdığı yokluk, farklılık ve olasılık yankılarında yaşam bulması demektir. Çok biçimli özgürlük düşüncesini tek bir kimlik modeline çengelleyerek onu sabit hale getirmeyi reddetmesi demektir." (Connolly, William, (F. Lekesizalın), Kimlik ve Farklılık, Ayrıntı, İstanbul, 1995, s. 249-250).
Yineliyorum. Özgürlüğü yerli yersiz sınırlayan bir hukuk ve devlet, insanı insan yapan temel öğeye, özgürlüğe ihanet etmiş hukuk dışı bir devlettir. Böyle bir düzende hukuk da, devlet de meşru değildir.
Ama Ata'yı anlamadan Atatürkçü geçinenler, Ziya Gökalp'ın şiirini okuyan birini 1926/765 sayılı T. Ceza Yasası'nın 312'nci (5237/2004 TCY, m. 216) maddesine göre, suçun hiçbir öğesi oluşmadığı halde, haksız yere mahkûm ettiler; onu cezaevine soktular.
Adalet(sizlik) tokadını yiyen, görünüşte hükümlü, aslında mağdur, Sokrates, İsa, Hitler, Lenin örneklerinde görüldüğü gibi, yukarıda değinilen toplumsal yasa gereğince, bir kahraman olarak cezaevinden çıktı.
Ve çok güçlendi.
Elbette o, bunu bilinçsiz Atatürk severlere borçludur.
Halk yorumunu yapmış, önünü kesmek için onun cezalandırıldığı sonucuna varmıştı.
Ve halkları yönlendiren "adaletsizlik kurbanından yana olma yasası" hükmünü yürütmeye başlamış, belki Sokrates'in, Hz. İsa'nın değil, ama bir ölçekte, Lenin'in, Hitler'in yakaladığı bir üne kavuşmuştu, hükümlü.
O da bunun ürününü toplamak için hızla bir parti kurdu.
Ülke yönetmek için bilgi ve birikimlerinin yeterli olup olmadığına bakmaksızın, halk da onu iktidara getirdi.
İlk seçimden sonra muhalefetin de katkısıyla iyi şeyler yaptı.
Ancak ikinci seçimden sonra, tıpkı tarihte görülen pek çokları gibi, geçek kimliği ortaya çıktı; yanlışlıklar dönemi dalga dalga büyüyerek sürdü.
Şimdi toplum, en dayanılamaz noktaya gelip tıkanmış durumda.
Ülkemizin en yaşlı hukukçularından biri olarak herkesin, öncelikle de yönetenlerin sağduyularına sesleniyorum: Ben böyle bir dönemi hiç yaşamadım.
Bu dönemi yaşatanlardan çok, buna zemin hazırlayan görünüşte Atatürkçüleri hiç bağışlamıyor; tersine suçluyor ve onları hem Atatürk'e, hem de Türk halkına şikâyet ediyorum; daha da önemlisi kendilerini bir iç hesaplaşmaya çağırıyorum.
Çünkü onların hiçbiri "bilinçli Atatürkçü" değildiler. Sadece sekiz yaşındaki bir ilkokul düzeyinde bilgisi olan birer "Atatürksever"diler.
O kadar.
Ancak acıları yaşayan bizler için "o kadar" demek pek de kolay görünmüyor.
* Bu yazı, Prof. Dr. Ahmet Ercan'ın derlediği "Türkiye Nereye Koşuyor?" adlı kitapta (Doğu Kitabevi, 2022, sayfa: 258-270) yayımlandı.
Prof. Dr. Sami SELÇUKEski Yargıtay Birinci Başkanıİ. D. Bilkent Ü. Hukuk Fakültesi öğretim üyesi