Fransız tarihine, tarihin en büyük adli yanılgılarından biri damgasını vurmuştur: "Dreyfus Davası".
Fransızların "Büyük Charles" dedikleri De Gaulle anılarına, o dönem gençliğini etkileyen bu dava ile başlar.
Ülkemizde ise son on yıl içinde pek çok Dreyfus Davası yaşanmıştır.
Kamuoyumuz, Türk Ceza Yasası’nın 277’nci ve 288’inci maddelerinin özüne ters düşecek biçimde, her gün bu türden davalarla yatıp kalkıyor; yine her gün televizyonlarda tartışanlar, yargıçların yerine geçip hüküm kuruyorlar. Sokaktaki insanımızdan en üst konumda bulunanlara dek "herkesin yargıç kesildiği" bir toplumda "hukuk ve yargılama bilinci"nin var olduğu asla söylenemez.
Hukuk bilincinin gelişip var olmadığı böyle bir ortamda ise elbette sağlıklı yargılama yapılamaz; sağlıklı hükümler kurulamaz. Adli yanılgıların sık sık yaşandığı, adaletin sürekli kanadığı yerdir bu tür ortamlar.
İşte 2014’te yayımlanan "Dreyfus Davası" adlı kitabımı bu kaygılarla kaleme almıştım.
Amacım, hukuku teslim almaya kakışanları uyarmak, hukuka teslim olanları yüreklendirmekti.
Demek, ortam çoraktı ve Kâmî yine haklı çıkmıştı: "Güle gûş ettiremez boş yere bülbül inler/varak-ı mihr ü vefayı kim okur, kim dinler"!
Ancak her şey karşın, değişmez uyarıyı yinelemek zorundayım: Devlet hukuka dayanmazsa, insanı köleleştirmeye yönelir, hızla yaşlanır (progeria) ve ölümcül "devlet yetmezliği" hastalığına yakalanır. Böyle bir devleti ayakta tutan biricik güç ise, artık hukuk değil, kaba güçtür.
Kaba güç ile hukuksallık, yani meşruluk arasındaki ilişki ters orantılıdır. Kaba güç arttıkça hukuksallık azalır ve gittikçe yok olur. Devlet tükenir. Çünkü kaba güç, ölümcüldür, öldürücüdür.
Buna karşılık devlet, eğer biricik efendi olarak gerçekten yalnızca ve yalnızca hukuku tanımış, hukukun üstün olduğunu içselleştirmiş ise, o ülkede her insan özgürdür; yarınına güvenir, mutludur.
Aslında hukukun üstünlüğünü özümsemiş demokratik devletin temel ve birinci görevi, bireyleri özgürleştirmektir. Güven ve mutluluk ise, onu izler. Sonuçtur.
O yüzden demokraside devletin dokunduğu her şey hukuka dönüşür. Demokraside "çok hukuk, az devlet" ilkesi, devletin hukuksallığının, meşruluğunun, dolayısıyla gücünün temelidir. Bu temelde gelişen meşruluk katsayısı arttıkça devlet, güçlenerek güven kazanır ve devleşir.
Yeter ki, yazılı hukuk, felsefesine uygun olarak uygulansın.
Eğer bu bilinç, ülkemizi yönetenlerde ve yönetilenlerde gelişmiş olsaydı, dün ve bugün yaşananların çoğunu ülkemizde yaşamamış olurduk. "Anayasalı devlet" olmaktan çıkar, "anayasal devlet"e kavuşurduk.
Bundan başka Türk hukuk uygulaması, sürekli bir önyargının tehdidi altındadır: "Kuram başka, uygulama başka."
"Hasne ile Hüsne, Muaviye’nin dört oğlundan ikisidir" cümlesinde dört yanlış vardır: Hasne ve Hüsne, erkek değil, kızdırlar. Bu bir. İkisi de, Muaviye’nin değil, Hz. Ali’nin çocuklarıdır. Bu iki. Çocuk sayısı dört değil, ikidir. Bu üç. Adları Hasne ve Hüsne değil, Hasan ve Hüseyin’dir. Bu dört.
"Kuram başka, uygulama başka" sözünde ise yanlış daha çok: Beş yanlış var. İlkin, kuram, teori, bilimin savsanamaz düşünsel bir parçasıdır, uygulamanın değil. Bu bir. Uygulamanın vazgeçilemez kaynaklarından biri de kuram değil, öğretidir (doktrin). Bu iki. Öğreti uygulamanın nasıl yapılması gerektiğiyle ilgilidir. Bu üç. Dolayısıyla öğretiden vazgeçilemez. Bu dört. Çünkü öğreti, yüksek yargı organlarının kararlarında da sık sık görüldüğü üzere, hukuku besleyen en temel (bilimsel) kaynaklardan biridir. Bu da beş.
Hukukçu, özellikle de yargıç, biricik efendisi olan hukuka boyun eğen, bir başka anlatımla yasalardaki soyut hukuk düzgülerinin somut olayda nasıl uygulanacağı konusunda "hukukun dediğini söyleyen" (juris dictio) insandır. Hukukçu, siyasal eğilimlere, ideolojilere, duygulara göre değil, ne pahasına olursa olsun, yalnızca hukuka göre görüş belirtir, karar verir. Özellikle yargıç, kendinin ya da şunun bunun davasının sözcüsü değil, salt hukukun sözcüsüdür.
Hukuk ise, yalnızca yazılı düzgüler yığını değil, binlerce beynin hücrelerinden süzülüp gelen görkemli bir bilim birikimidir.
Unutulmamalıdır ki, "suçların yasallığı ilkesi" suçsuzların ve suçluların Magna Carta’sıdır. Kim ki, bu ilkeyi bilmez ya da bilmezlikten gelerek çiğnerse, suçsuzu mahkûm eder, suçluya ise müstahak olduğu cezayı vermez. Böylelikle uygulama, "gizli hukuk"a (droit latent) göre yapılmış olur. Bundan yararlananlar da "atı alıp Üsküdar’ı geçerler" ve adaletle alay ederler.
Sokrates’ten bu yana Giordano Bruno’lar, Mithat Paşalar, Nazımlar, Menderesler, atı alıp Üsküdar’ı geçenlerce önce suçlandılar, sanık oldular; sonra hüküm giydiler.
Ancak onlar, bugün birer mağdur kahramandırlar.
Çünkü adli yanılgıların kahraman yaratmak gibi bir huyları vardır.
Bütün bunları aşmanın yolu hukuku ve yargılama sürecini bilinçle özümseyerek uygulamaktan geçer.
Prof. Dr. Sami SELÇUK(Eski Yargıtay Birinci Başkanı)(İ. D. Bilkent Ü. Hukuk Fakültesi öğretim üyesi)