New York-Londra-Roma ŞEHİR TELLALI |
Bir adam vardı adaları seven. Onlardan birinde doğmuştu ama üzerinde başkaları olduğu için ona uymadı doğduğu ada. Kendi adası olsun istedi: üzerinde yalnız olması şart değildi ama kendi dünyasını kurabileceği bir yerdi aradığı.
Bir ada, yeterince yer varsa üzerinde bir kıtadan hallicedir. Bir ada gibi hissedilebilmesi de yeterince küçük olmasına bağlıdır; ve bu hikaye onu kendi karakterinle doldurup sahiplenmek için ne kadar küçük olması gerektiğinin de kanıtıdır, “ diye başlar 20. Yy’da İngiltere’nin en çok sansürlenen, tuhaf uyduruk iddialarla suçlanınca sürgüne düşen yazarı D.H. Lawrence’ın “Adaları Seven Adam” hikayesi.
Sana adadan yazdığım ikinci mektubun konusu olması bu yüzden. Tek başına kalmanın ve tek başına kalmayı arzulamanın insana maliyetini irdeleyen hikayesi elimdeki hikaye. Keşke birlikte okuyabilseydik bu satırları diye düşündüğümden birlikte okurcasına.
1928’de yayınlanan “Atını Sürüp Giden Kadın” adlı hikâye derlemesinin ilk hikâyesi, Adaları Seven Adam.
“Koşullar elverdi ve bu adalar aşığı otuz beş yaşına bastığında kendine bir ada edindi...
Potansiyel adacımızın edindiği ada öyle bilmediğimiz okyanusların ortasında da değildi. Doğduğu yere yakındı, üzerinde palmiye ağaçları yada... benzeri türden şeyler yoktu ama sağlam oturulacak bir evi, biraz bakım istese de, rıhtımın hemen önünde ve ötesinde, küçük bir çiftlik evi ve kümesleri, biraz ekilecek toprağı vardı. Rıhtımda yanyana sıralanmış hani sahil koruma evlerini andıran hepsi temiz ve beyaz boyalı üç küçük kulübe sıralıydı.
Bundan daha fazla yuvaya benzeyen sıcak bir şey olabilir miydi?...
Maafi öyle anlaşılıyor ki adalar bile birbirlerine eşlik etmekten hoşlanırlarmış...
Bizim adacımız adasını çok ama çok sevdi...
...ama insan kendini bir kere böyle küçük bir adada deniz sahasında yalnız başına bulmaya görsün, zaman etrafında dönüp daire daire genişlemeye başlar, sağlam kara akıp gider ayakların altından, ve kaygan , çıplak ruh zamanı olmayan bir dünyada bulur kendini, ve geçmiş yüzyılların eski sokaklarından ölülerin atlı arabaları başlar akmaya çoşarak, ve ruhlar doldurur yolları ki, bizler yaşadığımız anda bunlara geçmiş yıllar deriz. Bütün ölülerin ruhları yeniden canlanır, ve etrafında canlı canlı atmaya başlarlar. Çıkmışsın bambaşka bir sonsuzluğa...
...Adacımız mamafi kütüphanesinde doldurdu saatlerini, Yunan ve Latin yazarların sözünü ettiği bütün çiçekleri içeren bir referans kitabı hazırlıyarak. Hani büyük bir klasikçi değildi, topu topu devlet okuluydu temeli. Ama bugünlerde öyle de iyi tercümeler mevcut. Ve antik zamanlarda açan çiçekten çiçeğe araştırmanın keyfine doyulmuyordu velakin.
Böylece adada bir yılını doldurdu...
Ada bir gölgeydi... kuşlar ses çıkarmadan uçtu üzerinden...
Vaktinin büyük kısmını çalışma masasında geçirdi... kitabı bitmek üzereydi...dulun kızı daktiloya geçirdi yazdıklarını. Daktilonun tuşlarından çıkan ses denizle rüzğarın sesine karıştı uyumla. .. su dünyasında saydam her şey tek bir söz söylenmeden geçti zaman... aka aka yosunların değişen rengi... arasıra dilsiz balıkların gölgesi.. Adacımız kendi kendine sordu günün birinde “bu mu mutluluk?” “Bir rüyaya dönüştüm” dedi kendi kendine. “Hiç bir şey hissetmiyorum. Ya da hissettiğim şeyi tanımlayamıyorum. Ama bana kalırsa mutluyum.”
...bahar geldi... adadaki çiçeklerin listesini yapmaya başladı. .. Bir ara loş bir köşede göze zor görünen bir altın taşkırana rastlayınca insiyaki olarak üzerine eğildi büyülenmişçesine uzun uzun onu seyrettiğinin farkına varmaksızın. O kadar uzun bakılacak bir şey de yoktu aslında. Dulun kızı onu öyle bulunca zafer kazanma sevinciyle döndü ona ve “bu sabah bir altın taşkıran buldum” dedi.
Öyle güzel bir isimdi ki. Kız, hayranlık dolu kahverengi gözlerini ona çevirince gözlerinin içinde gördüğü derinlikten korktu biraz. “Öyle mi efendim? Güzel mi çiçek?”
Dudaklarını büzdü, kaşlarını kaldırdı.
“Evet – yani gösterişli sayılmaz. İstersen sana da gösteririm.”
Kız öyle sessiz, öyle düşünceliydi ki. Onun bu tutarlılığını hissetmekten huzursuz oldu bir an....”