ŞEHİR TELLALI New York - Londra - Roma |
Hava poyraza döndü mü Torpak Adası’ndan Sakızlı Köyü’ne doğru salıverirmiş kendini. 2,5-3 metreyi bulan “uçurtmasıyla”. Sakız Adası’na kadar belinden yarısı suyun içinde uçar gidermiş. Ya da dişini tırnağına takıp bitirdiği boy boy kayıklarıyla ufukta kaybolurmuş yine Sakız’a gitmek için. Kimisine göre Sakız’ı seyretmek amacıyla, kimisine göre fuardaki paraşüt kulesini taklit etmek için uzun kuleler yapar, sonra hiçbirini beğenmez, onları yıkar, yeniden yaparmış.
Tarih 24 Temmuz 1986. Dalyan’da pırıl pırıl bir yaz günü. Ege güneşi bembeyaz yıkamış sokakları. Deniz, o cam nazarlık. O mucizenin aynası. Yansıtıyor güneşi masmavi gökyüzünden, karaya, gözüne gözüne, yürümeye yeltenen her kimse. Cimcimler tek düze. Sıcağın sessizliğinde arka fonda. Kupkuru balık ağlarının üzerinde, kavrulmuş bir yosuna yanıp yakılan kara bir sinek vızıldıyor bazen. Köpekler serilmiş yol ortasına. Nadiren kıpırdarsa eğer bir tekne, bir kayık ötekine değerse o an o kısa hareketle hayata geliyor Dalyan. İki boyutluk tablodan üç boyuta geçiyor pek isteksiz.
Ben uzun ince bir gölgenin peşindeyim. O önde ağır ağır ilerliyor. Ara sıra, bazen manavın tarafına ya da kasabın köşesine belli belirsiz, utana sıkıla başını eğerek, belli bir belirsiz bir gülümseme ile selam gönderiyor. Orada kimse olmasa da. Yanında bir iki CHP ilçe temsilcisi, ya var ya yok.
Cumhuriyet gazetesi İzmir Bürosu Şefi Hikmet Abi (Çetinkaya), gazetenin New York muhabiri yeni yetme beni, seçim kampanyasındaki rahmetli Erdal İnönü’nün peşine takmış. Hem ananı babanı akrabanı ziyaret edersin demiş, hem bize bir kampanya haberi çıkartırsın artık oradan! Ama Dalyan bu. Dalyan’da deniz, güneş ve seçim kampanyası birbirine ters. Erdal İnönü ise bunların hepsine ters. Buradan haberi bırak belli ki bir “h” bile çıkmayacak. Geriye doğru gidiyor adımlarım. Yavaş yavaş. İyice geriye. O uzun gölge, ara sıra sağa sola eğilerek ilerken ben, can hıraç, kenarda kapısı sonuna kadar açık olan, o vakitte Dalyan’daki tek kahvehaneye dalıyorum. Masalar, üzerlerini örten beyaz örtüler, hasır sandalyeler, kahve fincanları, çaydanlık, çay tepsisi, çay takımları, şekerlikler, küllükler, tavla, zar, iskambil ve cigara, her şey ama her şey derin bir öğle uykusunda. İncin top atıyor. Bir sinek vızıldıyor cama çarptıkça. Bir pervane dönüyor usul usul ses çıkarırsa pişman edileceğini bilerek. Parmaklarımın ucuna basa basa dolanıyorum masaların arasında. Bembeyaz badanalı boş taş duvarları dolaşıyor gözlerim. İşte o anda, orada, duvardaki eski bir çatlağın yakınında, çerçeveli, küçük, vesikalık ebattaki fotoğ0rafa yakalanıyorum. Asker traşlı baş, mermer bir abideye dönüşüyor önümde, duvarın içinde. Kalemse Ege’de onunla seyreden yelkene. Aşkın çapası demirleniyor iyice derine hiç bilmediğim bir yere. İşte böyle bir yılın, son Pazar yazısına dek. Hiç bırakmamacasına beni bir daha. Delikanlı gözlerinde dipdiri canlanıyor Dalyan. Dalga dalga, deniz deniz, her kabuğu tek tek açılarak. Birden her köşeden canlanan, başı poşulu, elinde bir tespih kim varsa, bütün dedeler, hem de dört dörtlük bir hafızayla hiç bir ayrıntıyı unutmadan, hep birlikte başlıyorlar anlatmaya:
Sakız’dan bir kıza aşıkmış, kız da buna. Sarışınmış kız, uzun boylu. Kimine göre bu Rum güzelinin adı Tinike’ymiş. Tinike, o öldüğünde gelmiş, son yaptığı kulenin penceresine bir anahtar, bir kilit, bir demet kır çiçeği bırakmış. Rum adetiymiş bu. Onlar sevdiklerine, sevgilerini anlatmak için anahtar, kilit verirlermiş. Ölmeden önce her gece kulesinin balkonuna çıkar, Tinike’nin yaşadığı Sakız’ı seyredermiş uzun uzun. Yaptığı kulelerde turistler gelir kalırmış. Öyle tanışmışlar Tinike ile. Tinike, uzun süre kalmış onun kulelerinden birinde. Arkadaşları da varmış. Hep birlikte kalmışlar. Sonra her yıl gelmişler.
Yaptığı kulelerin içine yukarı kadar kıvrılıp giden merdivenler koyarmış. Bir keresinde 7 metrelik bir kule yapmış. Yer kayar, tehlikelidir diye yıktırmışlar. Sonra kendi yıkmış yaptığı kuleleri. Beşer, altışar metrelik onca emekle diktiği o kuleleri neden yıktığını tam olarak kimse bilmiyor. Bazılarına göre beğenmezmiş yaptıklarını, sonra kimse anlamasın, bilmesin diye yıkarmış.
Çok zaman önce bir Amerikalı gelmiş, onu alıp mühendis yapmayı çok istemiş, ama o gitmemiş.
Hiç okuma yazma öğrenmemiş. Sağır ve dilsiz olmasına rağmen ölünceye kadar kimseye muhtaç olmamış. Kışın kamyonlarda çalışırmış. Sonra kayık yapar, onları satarmış, boy boy kayıkları ile balığa çıkarmış. Bazen 12 metrelik kayıkları kulesinin içinde yapar, sonra onları dışarı çıkarmak için kulesini yıkarmış.
Hele son yaptığı kayık öyle büyükmüş ki, kulenin kapısından çıkarılamamış. Ölünce, orayı temizlemeye gelen akrabaları kayığı parçalamışlar.
Ailesi uzun yıllar önce Selanik’ten göçmüş. Orada da tütün işiyle uğraşırlarmış. Abisi Selanik’te doğmuş. O ise “buralı,” “burada doğmuş,” hep “burada” kalmış. Ara sıra İzmir’e, sık sık da Sakız’a gidermiş.
İlk gittiğinde Sakız Adası’na, üzerinde nüfusu ya da benzeri bir kimliği olmadığı için ve de sağır, dilsiz olduğundan onu casus zannetmişler. Bayağı hırpalamışlar. Geldiğinde işaretlerle elektrik verdiklerini anlatmış. Sonraları alışmışlar ona. Bir kart bile vermişler eline. O kartla gider gelirmiş Sakız’a.
Adı Nezir Kaya. Çeşme’nin Dalyan köyünden. Yaşını kimse tam bilmiyor. Beş aşağı beş yukarı elli civarında olduğu tahmin ediliyor. İri yarı topluca sarışın bir adammış. Bazılarına göre 4 sene kadar önce bisikletiyle dolaşırken bir araba çarpmış. Bazılarına göre ise önüne çıkan bir keçi yüzünden bisikletten düşmüş.
Sonra yaralı, kulesine dönmüş. Üç dört gün sonra akrabaları hatırladığında bir kulağı kan içinde yatağında uzanır vaziyette ölü olarak bulunmuş. Akrabaları kulenin içinde bitirmek üzere olduğu bir kayık, büyük çimento kazanları ve metrelerce Amerikan bezi bulmuşlar. Kayığı dışarı çıkarabilmek için parçalamışlar, kulenin üzerinde bulunan toprak parçasını ise bir avukata satmışlar.
Şimdi anlatanların sık sık tekrarladığı şeyler arasında şunlar var: Hayatı boyunca hiç kimseye zararı dokunmadı. Hemen herkese bir yardımı oldu. Öyle temizdi ki, su bulamadığı zamanlarda ellerini toprakla ovar, misafiri olduğu sofraya öyle otururdu.
Şimdi, belki satılan toprakla birlikte son yaptığı kule de yıkılacak. Bu nedenle bir köşede onun resmini bulan Dalyan köyü kahvecisi gözünü kırpmadan 5 bin lira verdi ve bu son hatırayı çerçeveleterek kahvesinin duvarına astı. Şimdi kahve duvarında iki resim var. Biri köyün ihtiyarlarından kahvecinin sakallı dedesi, diğeri ise Nezir Kaya.
Nezir Kaya’nın son kulesi de, bu yazı Cumhuriyet’te yayınlandıktan kısa bir süre sonra yıkıldı. Dalyan direndiyse de. Dinlemedi Dalyan’ı yeni sahipleri o toprağın. Zaten o kendi yıkmamış mıydı onca zahmetle yaptığı kulelerini. Kahvehane de kapandı bir kaç yıl içinde. Duvardaki fotoğrafsa kim bilir şimdi nerede. Ama Nezir’i hiç unutmadı Dalyan. Ne de Dalyan’a miras bıraktığı çapası o iyice derine demirli aşkı. Geçen hafta haber aldım ki, son üç yıldır, her Ekim’de Dalyan da bu mirası bir aşk festivaliyle kutlamaktaymış. Aşkı uğruna engel tanımayan Nezir Kaya’nın, Sakız adasına onu taşıyan bedenine taktığı özgürlük yelkeniyle.