80’lerin başı, New York’la yeni tanıştığım yıllarda Amerikan komedyenlerinin en popüler şakaları arasında CIA’nın Küba lideri Fidel Castro’ya karşı düzenlediği suikast girişimleri yer alırdı. Fidel Castro’nun yüzünde patlaması için hazırlanan püro bir yana, Küba gizli servisi direktörü Fabian Escalante, güvenliğinden sorumlu olduğu Fidel’e karşı Amerikanın toplam 638 suikast girişiminde bulunduğunu hesaplamıştı. Komedyenler, dalgıçlığa meraklı Küba liderini su altında halletmek üzere deniz dibine içi patlayıcı ile dolu sahte mercan kayası yerleştiren CİA ajanları kılığına girer, üzerlerinde rengarenk Miami gömlekleriyle “siyahyaprak 40” adlı öldürücü zehir akıtan dolmakalemleri, ya da Fidel’in sevgililerinin rolünü yapan Karayipli kalın dudaklı, zeytin gözlü esmer güzellerine zehirli haplar, zehirli kremler vererek, Hemingway müzesinde Fidel’i kıstırıp bombalamaya ya da mafya stili alelen silahla alnın ortasından vurmaya varan başarısız suikast girişimleriyle Amerikan kamuoyunu gülmekten kırıp geçirirlerdi. Çeşitli Amerikan hükümetlerince bazıları sonradan doğrulanan suikast planları ile mücadelesi konusunda Escalante, “suikastlardan kurtulma olimpiyatları diye bir şey olsaydı yığınla altın madalyam olurdu” demişti. Halbuki aynı dönemde, Küba’da yığınla muhalefet lideri ve Amerika’da Cumhurbaşkanları ve kardeşleri başarılı suikastlarda hayatlarını kaybetmişlerdi.
Koskoca Amerikanın güney ucunda bu küçücük, oranlandığında mercimek büyüklüğünde kalan adacığa ilk vardığımda, 2000 yılında çok geç kalmıştım. Havana’nın batı ucundaki “Marine Hemingway Cuba” marinada, Amerikan bayraklarıyla donanmış yığınla pahalı yat , süper yelkenli, katamaran, seyahat ambargosunu kırıp rıhtıma demirlemişti. Herbirinin güvertesinde, eksozları pırıl pırıl birbirinden şık Harley Davidson motorsikletler hazır, rıhtımda Amerikan jetset sosyetesi üyeleri, en pahalı marka deniz kıyafetleri ile paparazzilere poz vermekle meşguldü. Miami’den farkı yoktu Havana’nın bu batı köşesinin.
Şehir 1960’da donmuş , köhnelemiş, paslanmış, kirlenmiş yıllarla üzeri örtülü vaziyette, örtünün altına dikkatle bakan gözlerime palmiyeleri, rıhtımı, boşalmış ve işgal edilmiş köşkleriyle, barları, tütün fabrikasıyla bana doğduğum yılı, yeri İzmir’i hatırlatmıştı( http://www.lightmillennium.org/isikbinyili/yaz_02/siir/ssenyener_ondort_mayis.html )
Gregorio Fuentes, Hemingway’in “Yaşlı Adam ve Deniz”indeki karakterine esin veren Pilar isimli teknesinin kaptanı hala hayattaydı. Havana’nın doğusunda küçük balıkçı kasabası Cojimar’da deniz kıyısındaki sarı boyalı iki odalık evinin kapısını çaldığımda 102 yaşındaydı. Pürosunu, kanser tedavisi için kesilen dudağının oyuğuna yerleştirmiş, kapısını sık çalan turistleri sabırla ağırlayan, misafirperver kaptan, öğle sıcağında siyestasını böldüğüm halde yine güler yüzle mırıl mırıl anlatmıştı hatıralarını bana. Havana’da La Floridita barında mojito rum kokteyller düzine düzine satılıyordu turistlere. İki ayrı ekonomi vardı Küba’da. Turistlerin alışveriş ettiği mağzalara Kübalıların girmesi yasaktı. Sokakta Kübalılar yabancılarla dikkatle konuşuyorlardı. Paladar dedikleri özel lokantaları evlerinde karaborsa işletiyordu Kübalılar. O zaman bile yönetimi eleştireceklerinde kulağımıza fısıldıyorlardı söyleyeceklerini. Baskı rejimi nedeniyle rüşvet ve her türlü adaletsizlik örneği adım başıydı. Bezgin, eşitliği fakirlikle garantileyen bir hayat tarzı sergiliyordu sokaklar. Yine de mağrur duruyordu Kübalılar, ve her sohbet sağlık sistemiyle tamamlanıyordu, Amerika ile kıyaslandığında Küba’nın medarı iftaharı doktorları, hastabakıcıları ve hastahanelerine dönüyordu iş.
Havana o tarihte “oğlunu kucaklayan babanın evi” gibi görünmek için bayraklara, rengarenk balonlara bürünmüştü. Havana’lılar, her pazar şafakla birlikte seferber olmaya alışkın, gösteri yürüşyüşlerini o pazar babasına kavuşan Elian Gonzales için yapacaklardı. Fidel, kendi oğlunu Miami’ye kaçıran ilk eşinden almak için yaşadığı travmayı Elian ile bir kez daha yaşıyordu. Elian’ın manevi babası olduğunu ilan etmişti.
Caudillo kelimesiyle o zaman tanıştım. Güney Amerika İspanyolcasında kuvvetli erkeği tanımlayan kelime, bizim Ege kültüründeki efe, ya da biraz çekiştirince zorba diye bildiğimiz şey diye tınladı kulağımda: caudillo. Devrimde, Latin Amerika’da, kültürde edebiyatta her yerde çınladı aynı kelime o andan sonra: Fidel’in hastalığı ağırlaştığı sırada, 2006 yılında Aralık başında Havana’ya gittiğimizde latin kültüründe Caudillo’yu en renkli anlatan Colombia’nın Nobel ödüllü yazarı Garcia Marquez’de oradaydı. Biraz cenaze törenine benzemekle birlikte Fidel’in doğum gününü kutluyordu Havana. Dolunayda havai fişekleriyle, yine şafak vakti bütün halkın döküldüğü Devrim Meydanı gösterileriyle. Doğum günü kutlamalarına Daniel Ortega dahil bütün Karayip ve Güney Amerika liderleri, ayrıca dünyanın dört bir köşesinden entellektüeller, solcular akmıştı Havana’ya. Raul Castro yönetimi kendini belli etmeye yeni başlamıştı.
Kırmızı tişörtlü “Doğum Günün Kutlu Olsun!” balonlu göstericiler arasında üzerinde siyah üzerine beyaz koca harflerle “KOKAİN- LOS ANGELES” yazılı bir tşört giyen dev gibi bir siyah genç dikkatimi çekmişti. Altın dişlerini göstere göstere gülerek koşturup duruyordu oradan oraya!
Parque Central otelinde, otelin yöneticisi bir Türk’tü. Otelin “büyük ağabey sizi gözlüyor” hissini vermesini engelliyememişti. Sadece lobide değil, otelde müşterilerin kullanmasına izin verilen tek bilgisayarın başına oturduğunuzda etraftaki kameralardan, asansörlere ve merdivenlere kadar her köşesinde soğuk savaş atmosferi mevcuttu hala. Odamızda özellikle ceket cebimde yem olarak bıraktığım 10 dolar dönüşümüzde ortadan kaybolduğunda aynı daha önceki seyahatlerimizdeki gibi gözlendiğimiz, dinlendiğimiz kanıtlamıştı.
Ondan sonra Amerikan eski Cumhurbaşkanı Carter’ı izlemek dahil her diplomatik krizde sık sık gittik Küba’ya. Bu seyahatleri yaparken turist kılığında yapmak zorundaydık. Aksi taktirde hem Amerikan dışişlerinden hem de Küba resmi dairelerinden özel izin almanın aylarca süren muamelesini beklemenin imkanı yoktu. Miami’den Meksika’ya uçup, oradan yine 1960’lardan kalma, içlerinde hala mobilya pencere ve döşemeleri olan Sovyet yolcu uçaklarıyla Havana’ya uçuyorduk. Küba’ya girerken pasaportlarımıza damga vurdurmayıp dönüşte Amerikan gümrüğüne Meksika’da tatil yaptıığımızı söylemek için bir kaç gün Meksika’da Cancun’da geçirip geliyorduk.
O dönüş yolunda nedense Meksika’dan Houston’a uçan bir uçağı seçmiştik. Hem Küba, hem Amerikan resmi makamlarının dikkatini çekmemek için yine turist kılığındaydık. Arandığımız halde muhabir ya da yazar olduğumuzu belli etmemek için yanımıza bilgisayar ve not defteri de almamıştık. (Bu tür iş amaçlı seyahatler için vize zorunluluğu sebebiyle) İçinde bir dişfırçası bir de mayo olan el çantalarıyla seyahat ediyorduk. Üzerimde kırmızı, sarı, yeşil rengarenk çiçek çocuğu mini bir elbise, başımda yine aynı minvalde bir eşarp, ayağımda platform sandallarla kendimi Havana rıhtımındaki jetset Amerikan sosyalistlerine benzetmiştim. Ama bu kılığın Houston gümrüğündeki görevlileri huzursuz edeceği aklıma gelmemişti. Uçakta nedense pek yolcu da yoktu. Vardığımda gümrük bomboştu. Karşımda en azından on gümrük kabinesi, hepsinde cüsseli, tepeden tırnağa donanımlı, resmi kıyafetleri içinde –alınlarında caudillo yazısı eksik- gümrük görevlisi hazır bekliyordu. Hiç birinin önünde sıra olmadığı halde, hepsi benim adımlarıma odaklanmış, her hareketimi dikkatle inceler halde bekliyordu. Sorgu usul usul başladı:
-Nereden geliyorsunuz?
-Meksika’dan.
-Kaç gün kaldınız?
-eeeeh... dört ya da beş gece.... galiba.. yani saymadım...
-öyle mi? o halde şu kırmızı çizgiyi takip edin lütfen...
Kırmızı çizgi, platform sandallarımın sol tarafından başlıyordu. O an aklıma tek şey geldi. Galiba beni sarhoş sandı, alkol testi yapıyor dedim kendi kendime ve kırmızı çizginin nereye gittiğine fazla dikkat etmeden, ve sağ ayağımı solun üzerinden çizgiye getirmeye çalışarak ip cambazı gibi yürümeye başladım. Kollarımı da iki yana açtım ki dengemi tam bulayım çizginin üzerinden düşmeyeyim derken, on gümrük görevlisinin birden aynı anda etrafımı çevrelediğini, ellerini bellerine attığını, hazırola geçmiş halde beni dehşetle beni seyrederken buldum.
-Bayan ne yaptığınızı sanıyorsunuz siz? Sorusuyla birlikte yerde kırmızı çizginin ucunda ileride bir ok olduğu, okun ucunda “SORGU ODASI” yazdığını okuyunca gümrükçülerin yüzündeki dehşet benim yüzüme yansıdı. Ondan sonrası biraz ayıkla pirincin taşını şeklinde ilerledi.
Bu saçma sapan durum, belki de caudillo kelimesine en yakışan kuşağa ait o insanlık hali, 2008 yılında Obama’nın seçilmesine kadar sürdü. Seçildiği gün onu ilk Başkanlık basın toplantısında aynı odada izledim. “Elli yıldır işe yarayamayan” siyasete “evet, yapabiliriz” sloganıyla çözüm bulma niyetini açıkça ifade ettiğinde.
Roma’ya taşındığımızda, Vatikan tarihinde, son altıyüz yıl içinde ilk kez yaşı ve sağlığı nedeniyle ölmeden Papalığı bırakan Benedict’in, durumuna rağmen uzun uçak yolculuğunu göze alan seyahatiyle Küba hayatımıza geri döndü. Ve tabii latin caudillosu’da. Küba ile Amerika arasında yeni dönemin başlamasında, Amerika’nın kararlı yeni kuşak başkanı Obama kadar, Latin kültürünün caudillosunu iyi tanıyan Arjantinli, Vatikan’ın ilk cizvit, eğitimli ve zeki Papası Francesco da rol oynadı.