ŞEHİR TELLALI New York - Londra - Roma |
Her şehir tellalının hayatında, özgürlüğüne gölnünü kaptırdığı, vatanı bellediği şehrin onu kalbi kırık, gözü yaşlı arkada bırakacağı bir an vardır. Binbir dili, binbir insanı, çeşnisi ile göz süzüp başdöndüren cazibesini, gürültülü uyumunu, hanımeli kalitesinde tatlı tolerans kokusuna bezediği umutları, vaatleri hatırlamaz şehir ölüm dansının peşinde. Arzu dolu şiirleri yazan sanki vaktiyle o değilmişçesine, sadakati, pılı pırtıyı bir kenara bırakıp, vicdansız bir kalp hırsızından farksız hem de, çeker gider. Dönüp bir kere bile bakmaksızın.
New York’un, Amerika devletinin başına yetiştirdiği yeni başkanı Donald Trump ile yaptığı gibi.
Sorup soruşturmak, hani senindim diye sızlanmak nafiledir, şehir dönmemek üzere ayrılmıştır. O nefes kesen sert rüzğarı, kıskançlık gösterisi deli fırtınaları, gecesi gündüzüne karışmış hummalı hayatı, enerjisiyle göz kamaştıran baharı, aniden hiç beklenmedik anlarda üzerine çöken ve en çok da gölgelerine yakışan yumuşaklığı, ya da yağmur sonrasında yıkanan camlarda danseden gökkuşağı değildir artık. Gölgesiyle birlikte ruhu da çeker gider. Yerini sessizlik doldurur. Konuşulamayan, konuşulamayacak bir hüzünle birlikte. İleriye, uzak belirsiz bir geleceğe erteler ümidi, çekip gittiğine pişman bir an, hani belki geri gelme niyeti olur mu diye.
Vaktiyle kozmopolitan diye bir içkisi vardı New York’un. Tatlı, serin bir bulutu tadarcasına yudum yudum pembe. Dünyanın bütün çok dilli, çok kültürlü, devlet tanımayan şehirleri adına kalkardı koni biçimli kadehi.
Ur’dan Babil’e, İsparta’dan, Sayda’ya, Atina’ya, Tikal’e, Sur’a, Tire’ye, Konstantinniye’den, Roma’ya, Venediğe, Ragusa’ya, Selaniğe… gelmiş küresellik öncesi ve sonrası bütün kozmopolitan şehirlere.
Rüzğarla gider beyim, rüzğarla gider, ne sesi kalır, ne gitarı günün birinde. Bülbül Solomon’u hatırlamayan İzmir gibi o şarkıyı da bilmez yeni gelenler sokaklarına. Tarihi yeniden yaşarcasına sanki hani adı değişen Fransız sokağı, Şirinyer olan Paradiso gibi onun da sokaklarının adı değişir. Arjantin’e, hem de Buenos Aires’de bir kenar mahalleye taşınan “Yeni İzmir” gibi. Gavur Refiğiyle, İngiliz Kemaliyle, Brezilya’ya göçüp Aristotle Onasis olan Aristides Onassoglu’suyla bir önceki kozmopolitan şehir onu yakaladığında, geleceğinin tarihini yazdığında.
Milliyetçilikten, gelenekten kaçıp sığınılan, refah, keyif ve özgürlük hülyasıyla dünyaya açılan penceresini sımsıkı kapatır.
O fikirden çok ticaret, idealden çok hırs, dogmadan çok hayat olan şehir. O içinde volkanı hep kor ateşiyle yanıp duran üstü sırlı parlak küre. İnsanını, merkezden bağımsız, çok dilli, kendine güvenli kılan, bütün dünyayla birlikte yaşama iksiriyle aşılayan hayat tarzı. Devletle birey arasındaki üçüncü kimlik. Yeni dünyanın en eski labratuvarı.
688’de kurulan İzmir, 331’de kurulan İskenderiye, ismini antik Fenike dilinde akarsu anlamına gelen kelimeden alan Beyrut o. Kökeni Arapça’dan gelen ve vadisinde hep kutsal bir hare gibi duran Halep o. Peygamberin cennete benzettiği Şam, halifelerin kurduğu Bağdat ve Kahire o.
Yumuşak kimliğiyle devletin sert bileğine karşı duran, meydanı, limanıyla tarihin coğrafyadan çok daha zengin dökümanı o.
Selaniği tanımadan Jön Türkler’i bilemez tarih. Paris’i yaşamadan Avrupa’yı.
Akmaz olur rakı bodrumlarında, hayat fışkıran cinsellikten mahrum. “Musiko”lar denilen kahveler ve tavernaların sabahın erken saatlerine dek açık kaldığı, gece bekçisinin kaldırıma vura vura yürüdüğü copu hariç gecenin geç saatlerinde sokaklarında sadece Rum ve çingene müziği duyulan o levanten şehrin çekip gittiği gibi o da gider.
Napolyon’un kaçırdığı Venedik, Ragusa gibi. Balkan savaşına yanar yakılır Selanik.
Karakterini savunacak sadık bir ideolojiden mahrumdur şehir. Deliliği besleyen ve delilikle beslenen savaşın ordularına dayanamaz.
Sürgünden, soykırımdan kaçanların, başkaldıranların, özgürlük bülbüllerinin diyarıyken vaktiyle, o tatlı kokulu kızıl altın gün batımı, savaşsız, yangınsız, pırıl pırıl bir hatıra bırakamaz tarihe. Arkasına bakmadan gittiğinde.