ŞEHİR TELLALI Newyork-Londra-Roma |
Ah köprüsünde dineldim bir tarafım saray diğer taraf zindan! Kanal kanal dokundu sanki sihirli bir değnek. Ve her dokunuşta pırıl pırıl bir diyar çıkardı ortaya. Amacı yeniden yaratmak gibi vaktinde bir dünya harikası olan o şehir İstanbul’u. Altın duvarlarından bronz atlarına, Dukalık sarayından kanatlı arslanlara…
San Marco meydanından bir melodi duyuldu meydana düzen kurmuş bir caz grubundan. New York, New York diye şakıdı yükselen martı kanatlarından! Şaşırmadım. Sekiz köprü dört tünelle Amerika’ya bağlı olmanın tek avantajı günün birinde bütün halatları koparıp başına buyruk okyanusa salınmak ya da yüz on sekiz adalı, dört yüz köprülü Venedik misali yükselen suların altında kalıp denize gömülmek gibi bir kader ortaklığı sonunda.
Venedik’e gelip de burada kendi geçmişine gömülen yığınla yazar var. Ben İstanbul’u görüyorsam Venedik’in yerinde, burada New York’u duyan Manhattan’ı koklayan, 5. Cadde’yi Büyük Kanal ile kıyaslayan kalem az değil. Yolcusuna denizlerin ötesinde, hayali imkansız oryantal Cam Saray’ı, Kubilay Han’ın dillere destan yazlığı Xanadu’yu vaadeden seyahatnameler az değil. Böylece körfez çevresinde Murano adasının beyaz dantel işlerinden farksız bu haritada hayatı hayalden ayırmak zorlaşır. Yaşanmaktan çok yazılır olunca bazı yazarlar burası hakkında yeni bir şey söylendiğinde yas tutacaklarını dahi ilan eder. Ara sıra sadece laf olsun diye New York’un Venedik’ten daha güzel olduğunu söyleyenler çıkar. O zaman iş samimiyete dökülür. Ruhlar birbirine açılır, utanma sıkılma bir kenara bırakılır ve itiraflar başlar. Çıplak bir zerafete bürünür yazı sırılsıklam aşık. Ah köprüsüne tırmanır ya da Manhattan Köprüsünü arşınlar.
Dünya yüzünde kazanamayacağı tek kadın bırakmayan Kazanova’ya yakalanır tabii. Sahneleri dolduran bir anne, kumarbaz bir baba, batakçı bir amca ile kirli çamaşırları tek tek dökülür ortaya. Yatılı okuldaki mutsuz günleri, koltukları bir türlü dolmayan tiyatronun orkestrasında karın tokluğuna geçen saatler izler, gece yarılarında vaporettoda aklını başından alan rahibeyi görmeye giderken fırtınaya tutulup ölümden kıl payı kurtulduğu ana ve nihayet bulutlu bir kış gününde köprüleri, kanalları, adacıkları arkasında bırakıp bir daha dönmemek yeminiyle buradan ayrılışını hatırlar, yaşlanır gözler. Ayrıldıktan bilmem kaç yıl sonra ufuktan çan kulesini ilk gördüğünde duyduğu heyecan hele. O heyecana dayanamayan yüreğinin çarpıntısıyla, ertesi gün balık pazarında onu tanımayan eski dostlar, ve bir kahvede karşısına çıkan hüzünlü güzel dudaklarla başlayan yeni bir aşk ile hızlanır hikaye. Tam düzene girecekken yine allak bulak olan hayat huzurla asla barışmayacağını ilan eder.
Yüzyılları içine hapseden taşlardan eski ruhlar, kimi bonkör, kimi çapkın, kimi pinti, kimi dürüst, çoğu yalancı, kimi maskeli kimi değil isyan bayrağını çeker. Yıllarca dört diyarda dolanıp duran gezgin, maceracı, yaşadığı mutluluğu, ya da mutsuzluğu, kazandığı saygınlığı, ya da utancı, zaferi ya da yenilgiyi yanına koyup artık bir dinlenme yeri, başını sokacak ona yuva olacak akmayan bir dam arar. Bazen saf, bazen kurnaz, bazen nazara inanır bazen tamamen rasyonel düşünür, ağzının tadını bilir ama çoğu kez karnını doyuracak ekmeği zor bulur, iyi dans eder, müzikten anlar, işadamı, diplomat, casus, politikacı , matematikçi, felsefeci, oyun ve hikaye yazarıdır ama bunların hiç biri olmaz. Bazen dindar görünür, sonra ateist kesilir, kavga eder ama barıştan yanadır. Önce adalet ile çiftleşir aşk, sonunda ölümü bulur:
Duyduk duymadık demeyin! Elveda günü bugün… diye başlar şarkısına gezginin pabuçları. Ne zamandır kaçmayı özlemiştir yeni bir hayat düşüyle. Uyanmak ister yine o uykusuz şehirde.