ŞEHİR TELLALI New York - Londra - Roma |
Çerkez kızı Aziyade’ye vurulup, aşkıyla İstanbul’u yazdığında, modern romanın sarsılmaz şahı Marcel Proust’a ilham verecek bir yazara dönüşen o ki, bize sonradan tifüslü biti bile arattıran Fransız zabiti Pierre Loti’miz. 1879’da Eyüp’teki kahvesinden Haliç üzerinden seyrettiği İstanbul’un değil sadece, dünyanın bütün şehirlerinin bugünkü halini, sekiz yıl sonra Fransız donanmasıyla Nagazaki’ye gittiğinde daha limana ilk girdikleri anda tasavvur eder: Bir gün diye düşünür, bir gün adem her şeyi birbirine benzetecek, dünya renksiz bir yer haline gelecek, ayrıntılı bir yerleşim yeri, ve hatta o zaman canımız seyahat etmek, yeni bir yer görmek istemeyecek çünkü öyle bir yer kalmayacak yeryüzünde.
Aziyade asıl adı Louis-Marie-Julien Viaud olan Pierre Loti’nin hayattaki en büyük aşkıdır. 27 yaşında iken Fransız donanmasıyla geldiği İstanbul’da geçirdiği üç ay içinde, 18 yaşındaki Çerkez kızı Aziyade, yaşlı kocasından gizleyerek onu hareme koynuna alır. O aşkla parmağına taktığı Aziyade’nin adı yazılı altın yüzüğü hayat boyu çıkarmaz Loti. Yüsük, denediği pek çok evlilik arasında Aziyade’nin yerinin başka olduğunu ifade eder. Aynı macerada tanıştığı Samuel isimli İspanyol uşağa duyduğu sevgi de işin içine girer. Ortaya bir aşk üçgeni çıkar. Kimi okura kitabın aslında homoseksüel bir aşk hikayesi olduğunu düşündürür. Öyle olunca bu aşk üçgenini kendi adıyla yazamaz. Neşe dolu, enerjik, ayrıntılı tasvirlerle, özellikle de çiçeklere, bahçelere düşkün kararlı kaleminin tersine utangaç, sessiz kişiliği sebebiyle donanmadaki arkadaşları ona gelinciğe benzeyen, ufak tefek bir Hint çiçeği olan “Loti” adını takarlar. Aslında bu ismi, İstanbul’a gelmeden yedi yıl önce gittiği, orada da evlenip bir süre yerlilerin arasına katıldığı Tahiti’liler yakıştırmıştır ona. Çiçeğin adı “roti”yi Fransızca aksanı nedeniyle bir türlü söyleyemeyip habire “loti” dediği için. Böylece “Loti” onun otobiyografik romanlarına kalem adı olur. O Zabit Gelincik’tir. Gidip gidip hepsinde kendine küçük, siyah saçlı biblodan farksız gelincikler bulup koynuna girdiği, bahçesi çiçeklerle bezeli bir yuva kurmaya kalkıştığı şehirleri yazar durur Loti. Gece yarılarında İstanbul’da hissettiği korkular yakalar ruhunu. Çatıdan gelen bir çıtırdı, ilk beraber oldukları gecelerde siyah merdivenlerde her an kocasının belirivereceğini düşünerek tir tir titreyen, bir tehlike gelecek diye tetik yatan Aziyade’nin kulağına “sıçan sıçan!” diye fısıldadığı korku dolu sesini hatırlatır. Bilinmezlik, gizem çemberine sokar onu. Birden bir dehşet sarıyor beni, bu yalnız evi, bu yabancı yerde bir mahallede bir dağ tepesinde, etrafı ormanla çevrili bir yeri kendime nasıl oldu da ev diye seçmiş olduğumu düşünerek dehşete düşüyorum. Nasıl oldu da kendimi, böyle yabancı bir yerde, böyle bir bilinmezliğin ortasında, tecrit ve hüzün solur halde buldum ben?
O anlarda melankoli doldurur havayı. Kadınlar usul usul hüzün şarkıları söyler, üzgün notlar dökülür gitarların tellerinden. Hiçbir şeyi tanıyamaz. Tuhaf, yabancı gelir her şey. Bir rüzgar eser. Aniden onu alır hayatının en güzel yıllarına, çocukluğuna geri taşır. Çocukluğunu bu kadar özlemesini de kendine yakıştıramaz Loti. Geçmiş kaybolur önünden o geçmişin peşine düştükçe: “.. duygularım, kanılarım, gördüğüm, duyduğum ufacık bile olsa ne varsa her şeyi, bir tek o zaman (çocukluğumda) hakikaten hissetim gibi geliyor bana, daha önceki hatıraların yeniden uyanışı, ya da gelecekte olacakların ön hisleri, rüyaların dünyasında gelecekteki halin ortaya çıkışları, büyüdüğüm zaman kuşkusuz benim için hazırlanmış olduğunu düşünerek hayattan ve dünyadan beklediğim muhteşem güzellikler. Büyüdüm ve bütün bu tanımlanamayacak beklentilerin hiç biri gerçekleşmedi, tersine, etrafımdaki her şey karardı, ufukta geçmişin belirsiz hatırları haline geldi, yavaş yavaş benim önüme yaklaşıp beni tümüyle saran gri bir karanlık oldu. Yakında benim de ebedi dinlenme vaktim gelecek, bu dünyayı çocukluğumdaki hayallerimin sebebini asla anlayamadan bırakacağım, ayrılırken, sürekli özlediğim halde kendi evimde bir türlü bulmayı beceremediğim ve heyhat! bir kere bile şöyle doya doya sarılamadığım o bilinmeyen kimseleri bir türlü tanıyamamış olmanın pişmanlığını da yanıma alacağım.”
Her şehri bu duyguyla bırakır arkasında Loti. Hiçbir şehirde kendine aradığı o çiçeklerle bezeli mutluluk bahçesini bulamadan. Ayrılırken gülümser, aynı evinden ayrıldığındaki gibi. Şehirler birbirine benzer.
Onun bu paragraflarından o kadar etkilenir ki Proust, onları ezberlediğini söylerler. Günün birinde istiridye kabuğu biçimindeki kekini çayına batırdığı bir anda Loti’nin bahsettiği o duyduğu yakalar ve modern edebiyatın en büyük romanı “Kayıp Zamanın İzinde”yi yazar.
Amerikalı romancı, çağdaşı Henry James onun satırlarını “gözlemin şiiri, hüzündeki mutluluk” olarak tanımlar, ve ölüm anını kurgular, şehirlerde araya araya bir türlü bulamadığı çocukluğuna ait o bahçenin ortasında: “..beyaz çiçekler ve kırmızı gelincikler arasında ölmektedir. Yaşlı adam, sonuna yakın, yüzü toprak rengi, sakalı ağarmış, gelincikler ve papatyalar arasında, üzerinde pembe bir kaftan, ayağında beyaz pantuflalar, yüksek eyerli beyaz atı başını otların içine daldırmış arkasında. O da çiçeklerin içine yarı batmış, yazlara ait o koyu mavi gökyüzünün çevrelediği beyaz pembe çiçeklerin ortasında, bir çiçek çölünün sonsuzluğunda, Allah’tan birazdan uzanacağı toprağa rahmet diler.”
www.sebnemsenyener.com