New York-Londra-Roma ŞEHİR TELLALI |
Seni çok ama çok özledim. Geçenlerde fıkralı mektupları pek sevdiğini söyledi kuzenin. Bu en güzel özelliğin, sevgiyle gülümseyen gözlerin için mektubuma fıkrayla başlayacağım bu pazar.
Avrupa’nın bir köşesinden trenle apar topar Auschwitz konsantrasyon kampına gönderildikten sonra gaz odasında katledilip krematoryumda yakılarak öldürülen bir Yahudi kadın, bacadan duman şeklinde gökyüzüne yükselip cennete vardığında kendini Allah’ın karşısında bulur. Allah kadına söyleyecek bir sözü olup olmadığını sorar. Kadıncağız düşünür taşınır. Sonunda aklına bir fıkra gelir. Anlatmaya başlar. Fıkra bittiğinde şakayı kaçıran Allah sorar: “İyi de bunun neresi komik?” Kadın bilmiş bilmiş başını sallar: “Ahh efendim” der “Siz de aşağıda olup bitenin içinde olsaydınız bu şakayı hemen hem de kolaylıkla anlardınız!”
Anlaşılması imkânsız, açıklaması asla bulunamayacak, düşünmesi mümkün olmayan, tahmin edilemeyecek Auschwitz. Oraya 19 yaşında gönderilip hayatta kalmayı başaran bugün 91 yaşındaki bir Polonyalının ifadesiyle bir türlü uyanamadığımız o kabus. Her şeye alışma kabusu.
Mutfakta çalışırken Tosca aryaları söylediği için kurşuna dizilen Brüksel Operası tenöründen, Alman psikolog Harald Welzer’in “iki hafta içinde her insanın bir katile dönüştürülebileceğini” iddia eden makalesine, trende üst üste doldurulmuş cesetlerin en altında hala canlı olduğu anlaşılan bir adamı kurtarıp kurtarmamak üzere yapılan tartışmaya, gaz odası kuyruğunda çırılçıplak bekleyenleri kadınlara öncelik vererek sıralayan SS görevlisine, kampın komutanını elinde ustura ile her gün tıraş eden ölüm mahkumuna. Hepsi birbirinden şok edici altı milyon örnek. Her şey. Her şeye alışma abidesi Auschwitz, cansız, hayatsız kampın gözsüz gözlükleri, ayaksız pabuçları, bedensiz gömlekleri, kafasız saç tepeciğiyle dünyanın yakasını bir türlü bırakmayan, insana yaşama izni tanımayan şiddet.
Krakov’un 50 km batısında Vistula ve Sola nehirleri arasında Polonya dilinde Oswiecim diye bilinen kasaba orası. Ortaçağlarda önemli bir ticaret merkeziyken, 800 yıllık bağımsız tarihinden bugün dünyaya kalan, gölgesi insanın peşini bir türlü bırakmayan, Nazi işgaliyle başlayarak ebediyete yayılan o beş yıllık facia.
İnsanın imhasını, Primo Levi, “Bu İnsansa” adlı kitabıyla, Aralık 1943’de, 23 yaşında bir kimyagerken tutuklanıp gönderildiği Auschwitz’de kurtarılmadan önce geçirdiği son on günün notlarında kayda geçirir: “Auschwitz bizim dışımızda, ama etrafımızı sarmış, havada. Veba öldü gerçi, ama iltihap hala burada, aksini iddia etmek aptallık olur. İnsanca dayanışmayı reddetme, başkalarının çektiklerine karşı duyarsız kalma, mantığı, otoritede ahlak ilkesini hiçe sayma, içten pazarlıklılık ve her şeyden çok da korkaklık, hem de dev boyutlarda korkaklık ki durmadan muhalefet, ülke sevgisi ya da bir fikre inanma kılığına bürünen o korkaklık...”
“... o zaman ilk kez dilimizdeki kelimelerin bu saldırıyı ifade edemediğine vasıf oldu. Bu insanın imhasıydı. Bir anda sanki gökten bahşedilmişçesine gerçek kendini bize böyle gösterdi: en dibe vurmuştuk. Bundan daha dibe vurmak mümkün değildi. İnsanın içine düştüğü hiç bir durum bundan daha berbat olamazdı, düşünülemezdi bile. Artık bize ait hiç bir şey yoktu. Elbiselerimizi, ayakkabılarımızı, hatta saçlarımızı dahi almışlardı. Konuşsaydık bizi dinlemeyeceklerdi, ve dinleseler bile dilimizi anlamayacaklardı. Hatta isimlerimizi bile aldılar. İsimlerimizi tutmaya kalkışsaydık, bunu yapabilmek için, ismin altında kendimizden olanı bir şekilde korumayı¸ kendimizden kalan bizi tutma kuvvetine sahip olmamız gerekiyordu.”
Rusya’daki Yahudi kırımlarından kurtulup da uzun yollardan nihayet daha güvenli bir yerde yaşayan akrabalarının yanına ulaşan hahamı ailesi büyük bir şölenle karşılar. Akşam sofrası donatılır. Bütün aile fertleri masanın etrafına sıralanır. Haham da baş köşeye yerleştirilir. Haham bütün zaman zarfında bir tek kelime etmez. Aile hahamın sessizliğini yaşadıklarına yorar, geçirdiği felaketlerin farkında olduklarından kimse sesini çıkarmadan sessiz sessiz onun etrafında karnını doyurur. Artık tabaklar boşalıp sofra kaldırılınca ailenin büyüklerinden biri dayanamaz “Eee haham efendi” der “hani geldiğin yerlerde durum nedir, bir kelime etsen, ne dersin?” Haham başını eğer, alışmış bir edayla ve de misafirliğinin nezaketi gereği “iyi” diye cevap verir. Yine susar. Herkes birbirine bakıp başını sallar. Yine bir sessizlik hakim olur. Biraz sonra aynı aile büyüğü dayanamaz, “Peki” der, “Hadi bu sefer iki kelime edecek olsaydın ne derdin?” Haham başını kaldırır, herkesin gözünün içine bakar ve gerçeği iki kelime ile anlatır: “İyi değil!”