D_Masthead_970x250

Zaman öleli çok oldu! Robotları kurtarın!

Teknoloji en geç 2075’de insanı tümüyle ters yüz ederek tam teşekküllü bir robotu gerçekleştireceğinden emin

Ebedi şehir Roma’da vaktini asla şaşırmayan tek saat Mısır’dan buralara taşındığından bu yana meydanların ortasından güneşe karşı başı dik duran dikilitaşlar.  Gömüldüğünde başına dikilen taşla edebiyete kavuştuğunu öne süren insanoğluna yol göstermeye devam ediyor obelisk.  Zamanın ölüp gömüldüğü tarihe dair tek kayıt olarak.  Güneş altında saniye kaçırmadan.

Oysa, Villa Borghese bahçelerindeki su saati dahil şehirdeki bütün mekanik saatler iki ileri bir geri vakti şaşırmış, hayaletten farksız. Haberini tam yerinde ve anında vermekten aciz. Bir kepçeden ötekine boşaltırken pırıl pırıl suları,  kristal camlarında kırılan ışığın su damlaları üzerinde sayısız renğe bürünmesine hayran kalıp saydığı sayıyı unutuveriyor gibi...  Hele hele ayın aydınlattığı gece, etrafını kuşatan ten tene kucak kucağa sevgililerin heyecanına kapılıverip hesabını hiç tutamıyor artık.

Londra’da zaman zaman tamire giden başı eğik Big Ben dahil mekanik medeniyet de çöküp duran ya da hafızasını tümden siliveren elektronik medeniyet kadar yenik, insanoğlunun zamanın öldüğü gün kaybettiği o top yekün savaşda. Yandaşı baştan yanlış seçti adem muhtemelen.  Saati haber vermesi için kurup durduğu o robotla. Nitekim robotun kelime kökeninde, yani köle ya da kul anlamında kayıtlı bu hata. 

Ademin yalnızlık tedavisi, onu müzik çalıp eğlendirirken işini gücünü yapacak, onun emirlerine bire bir itiat ederek saygıda kusur etmeyeceğini düşünerek yarattığı deha. Şimdilerde vücudunun da ufak tefek pek çok yerini yeniler seviyede. Yavaş yavaş efendisini kendisine benzetiyor. Gün be gün, göz,  bacak, el, yürek, böbrek...

Edebiyattan izlendiğinde ilk biçimleri toprak, kil, çanak çömlek ve tablet olan, önemli sayılacak bir kısmı feminen robotlar. Akdeniz, Ege destanlarında bronz ve altından yapılmış hareket eden bilge güzellerden tutunda, orta Avrupa meydanlarında küçük silindirlerin üzerinde danseden minik balerinlere, guguklu zembereklere dönüşen, bugün dünyanın dört bir tarafında, hayatımızın her anında bir takım düğmeleri, komuta merkezleri üzerinden habire emir yazıp kurduğumuz makinalar, sonunda ademe başkaldırıp geleceğimize talip oldular.

Takvime göre 4 Mayıs 1997 de New York’ta satranç şampiyonu Garry Kasparov ile IBM’in robotu Derin Mavi karşı karşıya. Rockefeller Center’daki salonda izleyiciler arasındaydım. İkinci maçtı.  “Bir robotun insanı asla yenemeyeceğini” ilan eden Kasparov, Derin Mavi’nin hamlesinin mekanik, program sonucu bir hamle olamayacağını düşünerek IBM’i hile yapmakla itham edip maçı bıraktı. Avrupa’nın otomaton çılgınlığına düştüğü 19. Yy’da ortaya çıkan, göz yanıltıcı, sahte satranç otomatonu Türk’e atıf yaparak, IBM’in makinanın içine “insan sakladığını” yani makinayı IBM’cilerin yönlendirdiğini öne sürdü. Sonradan yapılan incelemeler ise, aslında Derin Mavi’nin bir program hatasıyla hareket ettiğini ortaya çıkardı. Böylece insanlığın robota karşı maçı olarak nitelendirilen karşılaşmada insanoğlu bir robota üstelik de “hata yaptığı için” yenilmiş oldu.  Bu acıklı hadise beni öyle etkiledi ki, Karakter Taciri romanı ve kahramanı Şahzabel’e ilham verdi.  Olan olmuştu, insan kendi yarattığı makinaya yenilmişti. Hem de makinanın mükemmelliğinden ötürü değil, hatalı proğramlanmış olması nedeniyle yenilmişti.

İnsan düzeyinde zeka sahibi bir robotun 2040 yılında gerçekleşmesi bekleniyor şimdi.  Teknoloji en geç 2075’de insanı tümüyle ters yüz ederek tam teşekküllü bir robotu gerçekleştireceğinden emin.

Bana öyle geliyor ki, vaktini tamamlamış Menekşe, zülüflerine ak düşmüş Gümüş, yapraklarını dökmüş Ulu ağaç, ve kendini herkesten önce harcayıp, heba eden, yenileri yetişir yetişmez alıp başını bu dünyadan göçen bütün güzellikler demek ki o zaman bir robot halinde kopyalarının aynı devam edecekler atalarının kurduğu bu düzene.

Profesör Stephen Hawking 2015 mesajında “yapay zeka insanoğlunu aşacak” sözleriyle teknolojik bir felaketin haberciliğini bu sebeble üstlendi.

İnsanoğlu’nun “hatalı” köleleri efendilerine başkaldırdığında Frankenstein’dan 2001’in Hal’ına, Metropolis’in Maria’sından, Capek’in RUR’na,  yani efendilerinin, taa başında, zaman öldüğünde kaybettiği o topyekün savaşı savaşmaya devam edecekler belli ki.  

Kasparov’un makinaya karşı insanlık maçını kaybettiği yıllarda, New York’ta, Doğu Village’de B caddesinde “Robotları Kurtarın!” diye bir gece klübune giderdik. Milletlerinin bağımsızlığı için savaşa destek veren sahiplerini tanıdığımızdan kapıda sıra beklemeden içeri girerdik. Klüp kapılarını sabahın dördünde açar sonra günlerce , uyuşturucunun enerjisiyle dans eden müşterileri tükeninceye kadar da kapatamazdı. Danseden bacaklar tabandaki tahta tozunu havalandırır, rengarenk durmadan değişen ışık ve müziğın hızıyla gece gündüze karışır herkes hangi tarihte hangi saatte içeri girdiğini unuttuğu gibi dışarı çıkmayı da hatırlamaz olurdu. Damara karışan kimyanın da yardımıyla oluşan bu tuhaf yapay dünyadan almıştı klüb adını : Robotları Kurtarın! Geleceğe dair sloganıyla.    

Soğuk savaştan yeni yeni gözünü açmaya başlamıştı dünya. Ama savaşın soğuk ve karanlık şakaları Sabit Disk’ten silinmemişti henüz: İnin cinin top oynadığı bir karanlık saatte,  St Petersburg meydanına kan ter içinde varır bir Polonya’lı, randevusuna geç kalmış halde. Telaşla etrafına şöyle bir göz gezdirir, ne kadar geciktiğini görmek için bir saat arar. Nafile. Meydandaki saatlerin hepsi bozuktur.  Bir aşağı bir yukarı koşturur, ortada tek allahın kulunu bulamaz.  Çaresiz bekler. Nihayet  uzakta bir karaltı belirir.  Ağır ağır yaklaştıkça bu karaltının iki elinde belli ki çok ağır iki büyük valiz taşıyan bir adam olduğunu anlar.  Zorlukla yürüyen adam onun önünden geçtiği sırada dayanamayıp sorar: “Kusura kalma yoldaş, buraların yabancısıyım, bir randevum vardı, kaçırdım, saatlerin hepsi bozuk, rica etsem, yani acaba saatin var mı?  bir söyler misin?” Bunları söylerken yüzünü ona yaklaştıran adamın şaşaklarından akan teri farkeder.  O zaman zavallıyı durdurduğunu da pişman olur, belli ki taşıdığı yükün ağırlığı altında soğuğa rağmen buram buram terlemektedir.  Yanakları kıpkırmızı şiş görünen adam yuvalarından fırlayacak gibi duran gözlerini büyük bir sevecenlikle ışıldatarak cevaplar: “rica mı olur yoldaş, hiç merak etme, saatim var hem de süper!” der ve elindeki iki ağır valizi, güm diye meydanın bütün köşelerini sarsarak yere bırakır.  Kolundaki saate bakıp makina gibi konuşmaya başlar:”saat geceyarısını beş dakika, üç saniye, iki salise geçiyor.  Şu an bulunduğumuz mevkide hava sıcaklığı -10. İstersen hava basıncını, rüzgarın durumunu, sabah ki sıcaklığı...”  Rus konuştukça Polonyal’lının ağzı bir karış açılır, hayretler içinde haykırır: “aman bütün bunları bu düğmeden ufak saatten mi okuyorsun yoldaş?” Rus sözünün kesilmesine kızmışçasına cevaplar:”tabii ya ne sandın, daha da var.. güneşin, ayın ve bütün gezeğenlerin şu anki durumlarını sana söyleyebilirim, yalnız St Petersburg’daki saati, hava durumunu değil, Moskova’yı, Varşova’yı, New York’u, Londra’,yı, İstanbul’u, Sdney’i, Tokyo’yu yani nereyi istersen, istersen bir dağ başını da söyleyebilirim aynı anda...” Polonya’nın yüzüne bir gülümseme yayılır, Rus’un şaka yaptığını düşünerek yine sorar:”Yapma yahu! Vay canına yoldaş! Herhalde bu küçücük saat mutlaka son Rus teknolojisi öyle mi?” Rus’un sabrı taşar, cevap verdiğine pişman olmuş halde sinirli bir hareketle tekrar valizlerine sarılır, yüklenip yürümeye başlarken kırıldığını ifade ederek:”tabii ki en son Rus teknolojisi, ne sandın! Sana cevap veren de hata! yalnız bu pilleri biraz ağır o kadar!” der. Ve yoluna devam eder...

www.sebnemsenyener.com