1878’de Üsküdar’da doğan Yesayan, Sorbonne’de edebiyat ve felsefe dersleri alarak üniversiteye giden ilk Ermeni kadın olarak tarihe geçti. 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilânının ardından kadınların özgürleşmesi için mücadele vermekle kalmadı, gitgide daha politik yazılar yazmaya başladı
Bu topraklarda savaşa karşı barışı, yıkıcılığa karşı yaratıcılığı, ölüme karşı yaşamı savunmak hiçbir zaman kolay olmadı. Yazar Zabel Yesayan, hayatı boyunca hep zoru seçti. Nitekim ömrü, mücadele ve direnişle geçti. 20. yüzyılın başında kadın yazar olarak varlık göstermeye çalışmak başlı başına bir mücadeleydi zaten…
Gencecik yaşında, dönemin önemli feminist yazarlarından Sırpuhi Düsap’ı Pera’daki evinde ziyaret ettiğinde, kendisini ne denli çetin bir geleceğin beklediğini bizzat Düsap’tan dinler:
“Bayan Düsap edebiyat dünyasına atılmaya aday olduğumu duyduğunda, bu yolda kadınları defne yapraklı taçlardan çok dikenlerin beklediği konusunda beni uyardı. Bizim gerçekliğimizde, bir kadının ortaya çıkıp kendine bir yer edinmek istemesine tahammül edilmediğini, bunu aşabilmek için, vasatın çok üzerine çıkmak gerektiğini söyledi ve ekledi: Bir erkek vasat bir yazar olabilir, ama bir kadın asla” (Bir Adalet Feryadı: Osmanlı’dan Türkiye’ye Beş Ermeni Feminist Yazar 1862-1933, Aras Yayıncılık, 2006)
Belki sefalet, kardeşliği mümkün kılardı!
Zabel Yesayan pes eder mi hiç?..
1878’de Üsküdar’da doğan Yesayan’ın ilk şiiri 1895’te, yazar henüz 17’sindeyken yayınlandı. Aynı yıl Paris’e gitti, Sorbonne’de edebiyat ve felsefe dersleri alarak üniversiteye giden ilk Ermeni kadın olarak tarihe geçti. 1908’de, İkinci Meşrutiyet’in ilânının ardından kadınların özgürleşmesi için mücadele vermekle kalmadı, gitgide daha politik yazılar yazmaya başladı.
1912’de Balkan Savaşı patladığında Yeter başlıklı bir makale kaleme aldı ve şunları yazdı: “Birbirine düşman halklar bir felaketle karşılaştıklarında birbirlerine ne kadar benzediklerini, aynı ruhu paylaşıp aynı çığlıkları attıklarını, aynı lanetleri ve aynı dilekleri birbirinin aynı vurgularla dile getirdiklerini bilselerdi... Belki imkânsız gibi görünen kardeşlik ve uyum, ancak o en büyük sefaletle mümkün olabilirdi” (aynı kitap).
Bunları yazdığında, Adana’daki Ermeni kıyımının üzerinden üç yıl geçmişti, büyük katliamsa yaklaşmaktaydı. Yesayan, sadece 1915’teki kırımın değil, o günden bugüne gördüğümüz ve hatta göreceğimiz tüm kötülüklerin acısını hissedercesine insanlığa, insan kalabilmenin erdemini anlatmak istemiş sanki!..
Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu, Yesayan’ın hayatını, başarılı bir senaryo ve fevkalade bir performansla sahneye koyuyor. 25 Ocak’ta Sainte Pulcherie Lisesi, Sahne Pulcherie’de gösterilecek Zabel oyununda Yesayan’ı canlandıran, aynı zamanda oyunun metin yazarlarından da olan Aysel Yıldırım, Yesayan’ın edebi yapıtlarını günümüze yazılmış mektuplara benzetiyor: “Bugün yaşananlarla, o günküler tıpatıp aynı olmasa da ona dönüşebilecek kadar ciddi bir karanlık çöküyor üzerimize. Yesayan, iktidarın olduğu yerde sinmeyip, kendi köşesine çekilmeyip, içinden geçtiği karanlığa inat, daima aydınlığı ve umudu savunarak yaşadı. Beni en çok etkileyen, onun direnişçi karakteri.”
Antimilitarist, sosyalist ve aktivist bir Ermeni aydını olmanın bedelini, sürgünde geçen bir ömürle ödedi Yesayan… Soykırımdan kaçıp kurtulsa da 1937’de Stalin yönetiminin kara listesine alınmaktan kaçamadı.
Ne olursa olsun yaşamının sonuna kadar hakikati savunmaktan, kalemine sarılmaktan ve değerlerine sahip çıkmaktan asla vazgeçmedi. Tutuklanarak Sibirya’ya sürüldükten sonra bilinmeyen koşullarda hayatını kaybetti.