Klasikleşmiş film ve dizilerin yeniden yapımları artık daha sık karşımıza çıkmaya başlayınca şu soruyu sormamız da farz oldu: Geçmişten güç alan bu projeler, nostaljik hislerin bir parçası mı, yoksa etkisi kanıtlanmış formüllere sığınmanın bir bahanesi mi?
“Content is the king” lafının başköşeye taşındığı, sosyal medya üzerinden artık herkesin kendini kolayca “hikâye anlatıcısı” olarak ilan edebildiği günümüzde, söylenecek yeni bir söz kalmadı da mı devam filmlerine ve yeniden yapımlara öncelik veriliyor, yoksa geçmişle çok sıkı bağlar kurduk da yüzümüzü yeniye dönmekte mi zorlanıyoruz?
Aslında her şey geçtiğimiz haftalarda, 90’ların meşhur gençlik filmi Clueless’ın tam 23 yıl sonra yeniden çekileceği haberi yayılmaya başladığında belirginleşti. Jane Austen’ın “Emma” romanından uyarlanmış olan Clueless, sıradan bir “liseli popüler kız” teması üzerine kurulmuş gibi gözükse de temellerini sağlam bir eser üzerine attığı için, iyi geliştirilmiş karakterleri ve beklenmedik eleştirel tavrıyla türün en sağlam filmlerinden biri olarak görülüyor. Bugün bile kült sayılmasının altında da bu yatıyor aslında.
Yapımcılar, o dönemin çocukları artık yetişkinlikte yılları devirmeye başladığı için, nostaljik duygulardan beslenerek iyi bir pazarlama stratejisi geliştireceklerini düşünmüş olabilirler. Neticede bu popüler kültürde denenmiş ve kanıtlanmış bir yöntem. Spice Girls bile yıllardır yeni bir albüm yapmamalarına rağmen bir kez daha bir araya gelip 2019’da bir turneye çıkmaya hazırlanıyor.
Oysa yeni Clueless uyarlaması için sosyal medya üzerinden verilen tepkiler, her şeyin yerli yerinde bırakılması yönündeydi. Dediğimiz gibi artık kült mertebesinde sayılan Clueless’ın hem çıktığı zamanlardaki hem de günümüzdeki hayranları, filmin ilk haliyle daha güzel olduğunun ve yeniden yapımla içinin boşaltılmaması gerektiğini yazmışlardı paylaşımlarında. Kimse böyle bir tepkiyi beklemiyordu muhtemelen, çünkü yeniden yapımın kendisinden ziyade, filmin hayranlarının dile getirdiği bu hoşnutsuzluk gündeme yerleşmişti bir süre.
Anne-babalarının jenerasyonuna göre “büyüme” konusunda daha hevessiz olan milenyallerin hayattaki tüm ilerlemelere rağmen çocukluklarından kopamayışları ve hatta, yaş almış olduklarını içten içe reddetme çabaları onları büyüdükleri yıllara daha bağlı kılıyor anlaşılan. Popüler kültür de bu nostalji sevdasını fark etmiş olmalı ki en çok 1980’lerde ve 1990’ların ilk yıllarında doğmuş olan bu kuşağa hitap edecek malzemelerle geliyor. Haliyle Clueless ne bir tesadüf, ne de tek örnek.
İlk bölümü 1987 yılında yayınlanan ve Türkiye’de “Bizim Ev” adıyla televizyonlarda gösterilen Full House, bitişinden tam 21 sene sonra, Fuller House adıyla ekranlara dönmüştü. Ünlü sitcom Roseanne de iddialı bir dönüş yapmıştı ve aslında başarılı gidiyordu. Ta ki Roseanne Barr’ın Twitter’daki ırkçı paylaşımına dek... Roseanne’in aldığı tepkiler sonrasında diziyi yayından kaldırmak zorunda kalan yayıncılar, tutturdukları bu iyi nostalji formülünü bırakmamak adına diziyi Roseanne’siz, The Connors adıyla yeni bir yapıma dönüştürdüler.
Geçtiğimiz Ekim’de Netflix’te yayınlanmaya başlayan Chilling Adventures of Sabrina da 90’larla yakın ilişkili ama bir o kadar da o yıllardan bağımsız bir dizi. Archie Comics’in aynı adlı çizgi romanından uyarlanan serinin bir de 90’lar sitcom versiyonu var. Bu yeni yapım ise ilkiyle kıyaslanamayacak derecede karanlık ve korkutucu bir atmosfere sahip. Yine de diziye ilk anda yoğun ilgi gösterilmesinde 90’lardaki Sabrina’nın hatırı büyük; konuşan kara kedi Salem ve birbirinden komik tüm o karakterler, o yıllarda diziyi izlemiş olanların hâlâ aklında.
Süper kahraman filmlerine sırtını dayayarak kendini güvene alan sinema endüstrisinin eskiyi günümüze bağlayan devam filmlerine olan inancı da sonsuz. Star Wars evreninde olanlar malum; Disney, her yıl yayınladığı yeni bir filmle milenyalleri de aşkın bir nostaljinin peşine düşüyor. Ocean’s Elevan’la başlayan ve sayıları giderek artan Ocean serisi de bu yıl, sadece kadınlardan oluşan Ocean’s 8 filmiyle eğlenceli bir yola sapmıştı. Tom Cruise’la efsaneleşen Mission: Impossible’ın son filmi Fallout, The Girl With The Dragon Tattoo serisine paralel ilerleyen The Girl in the Spider’s Web ve Jurassic Park’ın yeni macerası Jurassic Park: Fallen Kingdom, 2018’de vizyona giren, süper kahraman alemlerinden uzak devam filmlerinden sadece birkaçıydı. Süper kahraman filmlerinin devam ve yan projelerine ise hiç girmeyelim, zira vizyon bir süredir onların egemenliğinde.
2019’da da değişen bir şey olmayacak belli ki. Stephen King’in kült romanı “Hayvan Mezarlığı”, ikinci kez sinemaya uyarlanıyor ve ilk filmden tam otuz sene sonra yine vizyonda yerini almaya hazırlanıyor. 1992 tarihli Disney animasyonu Alaaddin’in Guy Ritchie yönetmenliğindeki yeni uyarlamasına ait görseller de paylaşılmaya başladı. Bu seferki animasyon değil; Alaaddin’in cinini Will Smith oynayacak. Yeni bir Charlie’s Angels filminin geleceği de artık kesin. Yeni kadroda Kristen Stewart, Elizabeth Banks ve Naomi Scott gibi isimler var.
Liste bu derece kabarıkken, belki de daha fazla romantik söylemlerin peşine takılmanın bir anlamı yok. Nostaljik duygular müzikten modaya, her dönemi teslim almanın bir yolunu bulduğundan bunların şahane bir pazarlama stratejisine dönüşmesine kimsenin şaşmaması gerek. Özellikle de sinema ve televizyonda, hali hazırda bir izleyici kitlesi olan bu klasikler, tekrar yorumlanarak garantici bir yol izleniyor ve yeni bir hikâye üretmek geri planda kalıyor.
Oysa bir kere tutan bu formülün geçerliliğinin ne zamana dek süreceği meçhul. Geçmişle bağların sömürüldüğünü ve aynı şeyi deja vu misali yine yeniden gördüğünü fark eden izleyici, Clueless örneğinde olduğu gibi, “Yeniden-yapım istemezük” diye kazan kaldırmaya meyilli çünkü artık.