Göz göre göre veya kapalı kapılar arkasında… Moda endüstrisinin içerisinde olup biten tüm dalavereleri kanıtlarla önümüze seriyor Diet Prada. 2014'ten bu yana yayın yapan bu Instagram hesabının etki alanı o kadar güçlü ki, buraya düşenin kendini aklaması o kadar da kolay olmuyor. "Gerçekte olduğu" ile "olduğunu iddia ettiği" arasında dağlar kadar fark olan moda endüstrisi için gerçek bir korku sebebi.
Moda bekçisi olarak da adlandırılan Diet Prada, sektörün büyük isimlerinin yeni ve farklı olarak sunduğu pek çok tasarım ve koleksiyonun aslında bir başkasından kopya olduğunu göstermek için yola çıkmıştı. Eskiyi pişirip pişirip önümüze koyan büyük moda evleri, başkalarının işlerinden "ilham" alan tasarımcılar (hem de en ikoniklerinden), bir markanın koleksiyonunu olduğu gibi alıp sanki kendisininmiş gibi imza atan ünlüler…
Bu anlamda küçük ölçekli marka ve tasarımcıların kurtarıcısı gibi Diet Prada. Çünkü dünya çapında popülerliğe sahip bazı isimler, bu çok da bilinmeyen markaların ve tasarımcıların işlerini bizzat taklit ederek kendi fikir ve ürünleriymişçesine piyasaya sürebiliyorlar. Yıkıcı bir darbe. Dünya çapında zincirleri olan markalar veya isimleri herkes tarafından bilinen ünlüler karşısında küçük bir işletme ne kadar süre direnebilir ki?
Son yıllarda moda aleminin yıldızı olan Virgil Abloh da Diet Prada'nın feci şekilde radarında. Jason Wu ve Christian Siriano gibi tasarımcılarla birlikte. Zira onların tasarımlarında bazı esinlenmeler keşfettiler geçtiğimiz zamanlarda. Birkaç kere… Fast Company'ye verdikleri röportaja "Genç tasarımcıların mahkemede mücadele edecek kaynakları yok" diyor, bu konudaki kararlılıklarını dile getirirken.
Aslında influencer'lık çağında ters köşe yapan bir hesap Diet Prada. Bir tür antitez gibi.
Moda endüstrisi, 2000'lerin ikinci onluğuna, dijitalin hızı karşısında afallayarak bir giriş yapmıştı. Her zamanki düzeni sürdürmek için direniyordu. Özellikle de marka kimliği ve iletişim konusunda… Genç ve dinamik dijital dünya karşısında snob ve ağır kalmıştı. Yeni nesiller, kendilerine tepeden bakan, mesafeli ve ne yapacağını dikte eden markalardan hızla uzaklaşmışlardı. Diyalog kurmak, etkileşime geçmek, birlikte gelişmek istiyorlardı. Fast fashion diye tabir edilen hızlı moda markaları bu yeni taleplere hızlı ayak uydurabildi tabii; onlar pazarı çok daha iyi anlıyor, satış odaklı oldukları için pazarın taleplerine uyum sağlama konusunda da o kadar inatçı davranmıyorlar. Rüzgar nereden eserse onlar da oraya gidiyor, gidebiliyor yani. Ama geçmişi on yıllara dayanan, yüksek modanın temsilcisi markalar için iş biraz zor oldu. Gelenekleriyle övünen bir markanın, gençlerin uçarı fikirlerine kapılması pek acılı olsa gerek.
Bu geçişten, yüksek modanın sözcülüğünü üstlenen moda yayınları da payını aldı. Hâlâ da almaya devam ediyorlar aslında… 2010'ların başında, moda haftalarında yerlerini gencecik blogger'lara kaptırdıklarında sarsılmışlardı ilk olarak. Koskoca dergi editörlerinin ön sıralardaki yerlerinde blogger'lar oturuyordu artık. Bu blogger'lar sosyal medyanın hızıyla influencer'lığa terfi olup etki alanlarını genişletince ve sözleri neredeyse koca bir yayınınki kadar geçerli olmaya başladı. Instagram'da veya Twitter'da yüz binlerce takipçisi olan bir influencer'ın ağzından çıkacak tek bir sözün ne kadar hızlı yayılacağını düşünün. Dergiler için eski usul içerik anlayışının sonu, markalar için de yeni iletişim formüllerinin başlangıcına işaret ediyordu tüm bunlar.
Yüksek modanın temsilcisi olan markalar ve moda evleri, influencer'larla yakınlaşmak konusunda başta tereddüt etseler de dijitalin dinamiklerini kabul etmeleri gerektiğini bir noktadan sonra anladıkları için hızla buzları erittiler. Balmain, Gucci, Louis Vuitton gibi markalar hem kendi influencer gruplarını yaratıyor (marka temsilcileri gibi, evet) hem de artık iç işlerinde de influencer etkisi yaratacak isimlerle çalışmaya başlıyordu. Tasarımcıları bile artık tasarım veya terzilik güçleriyle değil, influence etme güçlerine ve entourage'larına göre seçmeye başladılar bir noktada. Louis Vuitton'un erkek koleksiyonlarının artistik direktörlüğüne Virgil Abloh'yu getirmesinde bunun da payı var. Moda aleminin genç dahileri arasında anılan Abloh'un yeteneği büyük alkış topluyor ama Parisli moda evinin bu kararı biraz kendini yenilemek biraz da tabii o dijitalde toplanan kitleye ulaşmak istemesinden.
Aslında genel olarak markalar tarafında dijitalin hızına ayak uydurabilmek öyle çok dahiyane formüllerle olmadı. Sadece araç değişti. Ama nedense "dijitalleşme" adı altında çok havalı havalı anlatılır. Eskiden televizyon reklamları ya da gazete-dergi ilanları çıkılırken şimdilerde influencer iş birlikleri yapılıyor ve influencer'ların kitlelerinden faydalanılıyor. Bunun çok daha etkili bir yöntem olduğu anlaşılmıştı hem: Yediği, içtiği, giydiği ve gezdiğiyle takipçilerinin adım adım takip ettiği bir influencer, eğer kitlesiyle gerçek bir sadakat ilişkisi kurabildiyse ve buna bağlı olarak bir güven yaratabildiyse, sunduğu her şeyi kabul ettirebilecek bir güce sahip. Arada sanal ama "kişisel" bir bağ var çünkü.
Marka-influencer iş birlikleri ürün tanıtımı odaklı olarak gelişti ve zaman içerisinde ortak ürün/koleksiyon yaratmaya kadar ilerledi. Özellikle moda alanında, çok fazla örneğini görmek mümkün. Dünya çapında olan markalar, influencer'larını seçerken aynı ölçekte kitleleri isimleri tercih etmeye başladılar. Hem artık influencer tanımı da genişlemişti: Kendi kitlesini yaratabilmiş, bu kitleyi gittiği her yerde peşine takabilen yani bir nevi kanaat önderliği yapabilen herkes… Meslek fark etmez. Yeter ki kitleniz olsun.
Bu iş birlikleri, karşılıklı bir anlaşmaya bağlı; haliyle bir influencer'ın iş birliği bir marka hakkında olumsuz herhangi bir söz söylemesini beklememek gerek. Absürt olur. Diğer yandan, aralarında henüz bir iş birliği olmasa bile, influencer'lar markalar ile ilişkilerini gelecekte bir iş birliği olabileceği ihtimaliyle kurgulayabiliyorlar. Kötüye iyi demekte çekinmeseler de kötüye kötü demekte biraz geride kalıyorlar. Eğer ters düşen çıkarlar söz konusu değilse… Influencer iletişimi hâlâ çok etkili ama özellikle pandemi sürecinde, bu dijital kanaat önderlerine yönelik güvenin de yerini başka hislere bıraktığı görülüyor. Kriz anında farklı ihtiyaçlar ortaya çıktığı ve söylenenler gerçeklikle bağlarını kopardığı için.
Diet Prada ise bir influencer olarak bu saydıklarımızın hepsinin tam karşı tarafında yer alıyor. Şimdilerde iki milyona ulaşan takipçisiyle muazzam bir etki gücüne sahip. Ama onlar bu gücü, "Bundan iyi bir iş birliği çıkar" diyerek kullanmıyorlar. Hatta tam tersine, moda endüstrisinin farklı segmentlerindeki pek çok markayı alaşağı edebilecek konularla çıkıyorlar; kanıtlar sunuyorlar ve hicivli dilleriyle oklarını tam on ikiye doğru fırlatıyorlar.
Başlarda anonim bir şekilde ilerleseler de aslında arkasında iki isim var Diet Prada'nın: Tony Liu ve Lindsey Schuyler. New York çıkışlı aksesuar markası Eugenia Kim bünyesinde çalıştıkları sırada tanışıyorlar. Moda endüstrisinin sıkı takipçileri olduklarını söylememize gerek yok herhalde. (Tabii büyük Prada hayranı olduklarını da. Ama bu hayranlık gözlerini kör etmiyor: Prada'ya da yeri geldiğinde sağlam laf geçirebiliyorlar.) Fakat sadece kendi buldukları üzerinden ilerlemiyorlar tabii: kendilerini Dieters diye tanımlayan takipçilerinden gelen "ihbar"ları da değerlendiriyorlar, gidip yerinde inceleme yapıyorlar, araştırıyorlar, didik didik edip ona göre yayınlıyorlar.
Başlangıçta taklit ve çalıntı fikirlerin peşinden giden ikili, zamanla moda endüstrisinin tüm sorunlu taraflarını ifşa etmeye başladı. Dolce&Gabbana'nın 2018'deki ırkçı mesajlarla dolu reklam kampanyasına ilk dikkati çeken de yine onlar olmuştu. Büyük olay kopmuştu. İlanlarda ve reklam filmlerinde Çin kültürüne has ögelerle dalga geçilirken modeli de küçük düşüren bir tavır sergileniyordu. Hem ırkçılık hem de kadın düşmanlığıyla en ağır şekilde suçlanıyordu Dolce&Gabbana. Bir de üstüne Stefano Gabbana kendini tutamayıp Instagram'dan herkese hakaret yağdırmaya başlamıştı. İşte Diet Prada bunun üzerine bu havalarda uçuşan hakaretleri de paylaşmış ve Stefano Gabbana ile moda yazarı Michaela Phuong arasında geçen o feci diyalogu da yayınlamıştı. İşler geri dönemeyecek noktadaydı artık. Şangay'daki Dolce&Gabbana defilesinin iptal edilmesini gerektirecek kadar. Zira bol emojili ve küfürlü bir şekilde bizzat Çin'e hakaret ediyordu artık Gabbana.
Şimdilerde de Diet Prada, farklı kollardan mücadelesini sürdürüyor. Moda dünyasındaki ikiyüzlü ve ırkçı politikalara karşı zaten aşırı serttiler ama Black Lives Matter hareketiyle birlikte bu konuda daha ateşli bir şekilde ilerliyorlar.
Önce markaların iç işlerinde ne kadar ayrımcı olduğunu kanıtlarla açıklamaya başladılar. Mesela, sürdürülebilirliği temeline alan ve bu konuda yükselen Reformation markasının yönetim anlayışıyla ne kadar ırkçı olduğunu, eski bir çalışanların tanıklıkları üzerinden ifşa ettiler. Sonrasında başka markalar geldi. Özellikle de ırkçılık ve ayrımcılık konusunda geçmişte hiçbir adım atmayan hatta siyahileri dışlayan markaların bu süreçte ırkçılık ve ayrımcılık karşıtıymış gibi davranarak prim yapmaları karşısında, yine kanıtlarla geldiler.
Sadece markalar değil, dergiler tarafında da bu konuda "bekçiliği" üstlendi yine Diet Prada. Tüm dünyada edisyonları bulunan büyük dergilerin yine iç işlerinde siyahilere karşı ne kadar büyük ayrımcılık yaptığı tek tek ortaya çıkmaya başladı. Sadece moda dergileri değil, Bon Appétit gibi yemek kültürü yayınlarında da…
"Dergicilik" söz konusu olduğunda konu elbette ki dönüp dolaşıp Anna Wintour'a geldi. Ayrımcılığın ve "eski" modanın yıkılmaz kalesi.
Dergicilik sektöründeki eşitsizliklere dair sesler yükselmişken, Anna Wintour'ın es geçileceğini düşünmediniz herhalde. O da tahmin etmiş olmalı başına gelecekleri ki daha olaylar kızışmadan erkenden yapıverdi açıklamasını, "Vogue'da çoğulcu bir yönetim sağlayamadık, pişmanım" diyerek. Günah çıkarır gibi.
Ama bu eski ve şimdiki bazı çalışanların, ofisteki siyah ve beyaz ayrımcılığını ve eşitsizlikleri birer birer açığa çıkarmasının önünde engel olamadı. Vogue da Bon Appétit gibi Condé Nast bünyesinde ve artık feci şekilde ağzı yanan bu yayın grubunun Anna Wintour karşısında ne yapacağı ciddi bir merak konusu oldu.
Diet Prada bu konunun da peşinde ama Condé Nast açıklamayı yaptı; ayrıca artistik direktörlüklerini yapan Anna Wintour'u hiçbir yere bırakmayacaklarını açıkladılar ama olsun; Diet Prada bir değişimin olması gerektiğini düşünüyor ve belli ki bu değişimin de takipçisi olacak.
Aslında moda dünyasında bir değişimin gerekli olduğu çok uzun zamandır dile getiriliyor. Beden olumlama hareketinin bu süreçte büyük kazanımları oldu. Aynı şekilde, çevreci politikalar da artık her markanın kimliğini belirliyor. Geçmişte moda endüstrisi çok büyük günahlar işlediği için biraz da sürdürülebilirliği sahiplenmeleri… Beden olumlama, sürdürülebilirlik veya şimdi giderek daha çok vurgu yapılan çoğulculuk… Bunların hepsi belki de bir tür pazarlama stratejisi olarak zorunluluktan sahipleniyor markalar tarafından ama bu "zorunluluk" bile büyük bir kazanım. Diet Prada gibi, moda bekçileri sayesinde.
Bu yazı ayrıca Dadanizm'de yayınlanmıştır.