Geçtiğimiz Ekim ayı... “Bize her gün festival” mottosuyla yola koyulan Başka Sinema’nın düzenlediği ilk film festivali için Ayvalık’tayız. Sayfiye şehrinin sonbaharı yumuşak olur diye temkinli olmayı aklına getiremeyen bir grup davetli ve Ayvalık’ın sinema tutkunu yerlileri olarak bir araya gelip festivalin açılış filmi The Favourite’ı izlemek için tarihi amfi-tiyatroya doluştuğumuzda, kuzey Ege’nin meşhur poyrazı da bizi sağlam bir imtihana tutmuştu. Can havliyle oturduğum yerde büzüşmüşken, artık titremekten boynumun tutulduğuna emindim.
Bunun sonrası, yatak döşek, ağır ateşli soğuk algınlığıydı. Ama o devasa ekranda dönen hikâye o kadar sürükleyiciydi ki kalkıp kendimi bulduğum ilk sıcak yere atmak aklımın ucundan bile geçmiyordu. Hatta “Keşke bitmese” diye aklımdan geçirdiğimi hatırlıyorum!..
Bir hafta sonrası İstanbul’da... Yorgos Lanthimos’un 75. Venedik Festivali’nde prömiyerini yapan son filmi The Favourite, bu sefer Filmekimi’nin programı kapsamında gösterilecekti. Filmi mutlaka izlemeleri gerektiği konusunda başlarının etini yediğim arkadaşlarım yine bir mücadelenin içinde bulmuşlardı kendilerini: Tüm seansları için biletleri tükenen filmi izlemek adına ucu bucağı gözükmeyen kuyruklara giriyorlar; o sefer olmazsa bir sonraki seans için sabah erkenden kalkıyorlar, sırada beklerken kan, ter, gözyaşı kavgalara girişiyorlar ama ne yapıp edip o filmi izliyorlar.
Rahat bir köşeye çekilip dingin kafayla film üzerine konuşmaya başladığımızda hepimiz şundan emindik: The Favourite, gerçekten de yılın en iyi filmlerinden biriydi (ben hâlâ en iyisi olduğu konusunda ısrarcıyım) ve ikinci, hatta üçüncü kez izlemek için aynı zorluklara göğüs germeye hazırdık. Tüm detaylarıyla çarpılmıştık bir kere, aksini düşünemezdik artık.
Prömiyerinin de yapıldığı Venedik Film Festivali’nde Büyük Jüri Ödülü’nü ve en iyi kadın oyuncu için verilen Volpi Kupası’nı kapan film, sonraki yolculuğunda da tüm festivallerden ödülle döndü. Özellikle filmin başrolünü üstlenen Olivia Colman için serüven yeni başlıyordu: Bu yıl Altın Küre’lerde, film kategorisinde Komedi Dalında En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazanan Colman, Oscar’larda da En İyi Kadın Oyuncu kategorisindeki en güçlü adaylardan…
Zaten filmi özel yapan bir özellik de bu: Yükselişlerini uzaktan uzağa izlediğimiz isimleri bir araya getirip başarılarını yeniden tüm dünyaya duyurması. The Lobster, The Killing of A Sacred Deer, Dogtooth gibi filmleriyle dehasının peşine düştüğümüz Yorgos Lanthimos’un adı artık her yerde. Sıra dışı karakterleri en sıradan halleriyle kusursuzca canlandıran Olivia Colman, ana akımın bağrına bastığı bir aktrise dönüştü. Her rolü tüm benliğiyle üzerine geçiren Rachel Weisz ve durup dinlenmeden çalışarak geçtiğimiz yılların sinema tarihine geçen pek çok filminde başrolü kapan Emma Stone...
Daha iyi bir formül düşünülemezdi herhalde.
Yorgos Lanthimos, The Favourite ile birlikte ilk kez senaryosunu kendisinin yazmadığı bir film için kamera arkasına geçti. Deborah Davis ile Tony McNamara’nın kaleme aldığı hikâye, Lanthimos’un önceki filmlerinde alışık olduğumuz komedi unsurlarına sahip olsa da çok ayrı bir yerde duruyor. Bu bakımdan, yönetmenin filmografisi içerisinde kendine has bir anlatıma sahip The Favourite.
18. yüzyılda, Kraliçe Anne’in sarayını incelemeye alan film, iktidar ilişkilerini üç kadın üzerinden, olabilecek en insancıl yerden anlatıyor. Gut hastalığından mustarip olan Kraliçe Anne, ülkeyi yönetmekten ziyade kendi köşesine çekilip 17 tavşanıyla birlikte (her biri aslında doğum sırasında kaybettiği ya da düşük yaptığı çocuklarını temsil etmekte) yaşamayı tercih etmektedir. Onun adına politik işleri ise dostu, akıl hocası ve sevgilisi Marlborough Düşesi Sarah Churchill üstlenir. Tüm entrikalar da aslında Sarah üzerinden dönmektedir. Ta ki uzak kuzeni Abigail, Sarah’dan yardım isteyene kadar. Sarah, Abigail’i sarayda işe alır ve ona pek çok konuda yol gösterir. Abigail açısından artık bundan sonrası kolayca ilerler zaten. Kraliçe Anne’in “dostu, akıl hocası ve sevgilisi” unvanları onundur artık.
Bu dönem filminin gerçekçi anlatımını bozmamak adına Lanthimos filmi doğal ışık kullanarak çekmiş. Bu da sarayın odalarında, karakterlerin yanı başındaymışsınız gibi bir his yaratıyor. Bu açıdan oyunculuklar da Lanthimos’un anlatımını güçlendiriyor. Kraliçe Anne’i canlandıran Olivia Colman, karakterini çaptan düşmüş bir kraliçe gibi görmediğini, hayatta zorluklarla karşılaşmış güçlü ama üzgün bir kadın olarak canlandırmayı seçtiğini söylüyor. Kraliçe Anne’in önce Sarah sonra da Abigail’le olan ilişkileri de aynı doğallıkla yansıtılmış. Karakterler arasındaki cinsellikle ilgili de Lanthimos’un bir açıklaması var: Lezbiyenliğin karakterler arasındaki dinamiklerin bir parçası olarak algılanmasını istediğini ve bunu ayrıca vurgulayarak anlatmaktansa günlük akışın olağan bir parçası olarak vermeyi amaçladığını belirtiyor.
Yükseliş hırsıyla ölümcül manevralara kalkışan Abigail’in, Kraliçe Anne’in tavşanları gibi yarı tutsak bir hale dönüştüğü (son sahne, bunu anlatmak açısından ayrıca vurucuydu) The Favourite, “görkemli” dönem filmlerinin yanında karakterlerini “sıradan” bireyler olarak ele aldığı için farklı bir yerde duruyor. Geçtiği mekân ve zamandan bağımsız, iktidar ilişkilerini yeri geldiğinde klişeleriyle ele alan film, bu açıdan karakterlerle empatiyi de güçlendiriyor. Karşımızda sevilip sevilmemeye takmış bir kadın, onu yıllarca kollayıp gözettikten sonra bir anda kendisine sırtını döndüğü için darılan can dostu ve doğru bildiğinin peşine düştüğünü sanan ama aradığını bulamayan genç sevgilisi var.
Aslında unvanlar çıkarılınca çok da yakınlara düşen bir hikâye pek çokları için…