Akademi’nin şimdiye kadarki en tartışmalı ödül törenlerinden birini izledik bu sene. Tamam, geçtiğimiz senelerdeki gibi En İyi Film ödülü yanlış anons edilmedi ya da protesto namına hiçbir söz söylenmedi sahnede. Fakat Akademi tarafının tören öncesi yaptığı açıklamalarla birlikte yükselen eleştiriler (En İyi Sinematografi, Kurgu, Kısa Film ve Makyaj gibi “çok da ses getirmeyen” kategorilerdeki ödüllerin reklam aralarında verileceğini açıklamışlardı mesela en son; tepkiler karşısında bu kararlarını geri çektiler neyse ki) ödüller açıklandığında daha da alevlendi.
Geçtiğimiz yıl Bohemian Rhapsody filmiyle bir kez daha popüler kültürün tam orta yerine yerleşen Queen’in vokallerde Adam Lambert’in olduğu canlı performansıyla başlayan törene (ki söz konusu performansın kötü bir Queen parodisi gibi olduğunu düşünen tek ben değilim sanırım) “damgasını” vuran bir film olmasa da Bohemian Rhapsody’nin, En İyi Yönetmen ödülünün sahibi Alfonso Cuarón’un Roma’sıyla birlikte en çok ödül alan filmlerden biri olması sinema çevrelerinde pek de sessiz bir şekilde karşılanmadı elbette. Başta Queen ve Freddie Mercury hayranları tarafından, gerçek olaylardan saptığı için ağır topa tutulan Bohemian Rhapsody, 2018’in gişedeki en başarılı filmlerinden biri olsa da ödülleri toplayacak kadar güçlü bir film olarak değerlendirilmiyor eleştirmenler tarafından.
Akademi’nin kararlarını sorgulatan tek film Bohemian Rhapsody değil. Yine eleştirmenlerin çok yermeseler de göklere çıkarma konusunda temkinli davrandığı Green Book’un, En İyi Yönetmen dalında aday gösterilmemesine rağmen, En İyi Film dalında ödülü alması özellikle Roma’cılar tarafından pek alkışlanmadı. Kişisel bir tahminle, aynı gece Yabancı Dilde En İyi Film ödülünü alan Roma’nın En İyi Film dalında da ödül almasını istemeyip kazanan filmleri çeşitlendirmeyi düşünmüş olabilir Akademi. Yine de, “bu doğru bir değerlendirme kriteri olabilir mi” deyip geçelim. (“Roma’cı” olduğumu belli ettim sanırım...)
En ve muhtemelen tek heyecan verici çekişme ise En İyi Kadın Oyuncu kategorisinde yaşandı. Kategorinin en güçlü adaylarından Glenn Close, The Wife filmindeki rolüyle Altın Kürelerde Drama Dalında En İyi Kadın Oyuncu ödülünü almıştı bu sene. En yakın rakibi, The Favourite filminde Kraliçe Anne’i canlandıran Olivia Colman da aynı törende Komedi Dalında En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazanmış olduğu için, başa baş giden bu yarışta tahmin yapmak zordu. Oscar bahislerinin büyük bir kısmı bu kategoride Glenn Close’a gitmişti aslında ama Colman’ın elindeki kozların güçlü olduğunu düşünenler de çoğunluktaydı. Hem BAFTA’lardan ve 75. Venedik Film Festivali’nden de ödülle dönmüştü.
Kariyeri boyunca onlarca ikonik karakteri canlandıran Glenn Close’un, hâlâ bir Oscar’ı yok, gecede altın heykelcik için sahneye çağrılan Olivia Colman oldu. Ve galiba gecenin enerjisi de o noktada değişti.
“Glenn Close, yıllardır idolümsün. Böyle olmasını istemezdim” diyerek en büyük rakibine konuşması sırasında esprili bir selam çakan Olivia Colman’ın izleyen herkesi kalpten güldüren konuşması geçtiğimiz hafta boyunca tekrar tekrar gündeme taşındı ve kariyeri boyunca canlandırdığı sağlam rollerle sessiz sedasız kendine has bir hayran kitlesi edinen İngiliz oyuncuyu, Hollywood star’larınınkine eş, dünya çapında bir popülerliğe taşıdı.
Aslında Olivia Colman’ın komedideki gücünü bilenlerin beklediği tarzda bir konuşmaydı bu. Kariyerine tiyatroda başlayan Olivia Colman, yıllarca birlikte sahne aldığı Footlights ekibindeki arkadaşları David Mitchell ve Robert Webb ile birlikte Channel 4’un Peep Show adlı komedi dizisinde kendisine esaslı bir rol kaparak adını duyurmuştu. Colman’ın televizyondaki ilk performansı değildi bu ama Peep Show zaman içerisinde büyük ses getirmiş ve bir nevi kült haline dönüşürken Olivia Colman’ın yeteneğini de daha geniş kitlelere tanıtmıştı.
Sinemadaki çıkışını sağlayan ise, yine büyüklü küçüklü pek çok rolden sonra, 2011 tarihli Tyrannosaur oldu. Hatta kendisinin filmin asıl adamı Peter Mullan’ı bile geride bıraktığını söyleyenler var. Aynı yıl Meryl Streep’li The Iron Lady’de Carol Thatcher’ı canlandıran Olivia Colman, eş zamanlı olarak hem televizyonda hem de beyazperde de farklı karakterlere bürünmeye devam ederek kariyerinin kazandığı ivmeyi layıkıyla değerlendiriyordu.
91. Oscar Ödül Töreni’nde Olivia Colman’ın adı anons edilince yanına koşan adam, Colman’a ödülü getiren The Favourite filminin yönetmeni Yorgos Lanthimos’un ta kendisi. İkili daha önce de Lanthimos’un yazıp yönettiği 2015 tarihli The Lobster filminde birlikte çalışmıştı. “Olivia olmasaydı bu filmi yapmazdım” diyen Lanthimos, The Favourite’taki Kraliçe Anne için ondan başkasını düşünemediğini söylüyor röportajlarında. Haliyle Olivia Colman’a olan güveni, The Favourite’ın da ortaya çıkmasını sağlamış. Colman’ın başarısı karşısında gururlanmasına (ve hatta kameralar kendisine döndüğü anda gördüğümüz üzere, ağlamasına) hiç de şaşırmamak gerek.
Vizyona girdiği hafta burada da anlattığımız The Favourite, Kraliçe Anne’in sarayındaki iktidar oyunlarını, üç kadın karakterin birbirleriyle olan ilişkileri üzerinden ele alıyor. Gut hastalığından mustarip Kraliçe Anne, köşesine çekilmiş, ülkenin yönetimini de üzerinde söz sahibi olan kadınlara teslim etmiştir. Haliyle döndürülen entrikalar, Kraliçe Anne’e yakın olmaya bağlı. En büyük mücadeleler de bu noktada veriliyor.
Kraliçe Anne rolü için onlarca kilo alan (“Kendimi saldım ve her şeyi yemeye başladım” diyor bir röportajında) Olivia Colman karakteri için “Anne, duygularına göre hareket eden bir kadın. Onu anlamak istedim. Akli melekelerini yitirmiş ve gülünç bir karakter olduğunu düşünmüyorum” diyerek tarih kayıtlarına da şaibeli anlatımlarla geçen bu kraliçeyle empati kurmanın yollarını aramış. Filmde tek bir mimikle bile çok şeyler anlatabilmesinin gücü buradan geliyor olmalı.
Sağlam bir formül tutturan Yorgos Lanthimos ile Olivia Colman yeni bir proje için tekrar bir araya gelir mi henüz bilmesek de Colman’ı yakın zamanda izleyeceğimiz ve şimdiden ses getiren pek çok yapım var.
Kraliçe 2. Elizabeth’in peşinden İngiltere’nin yakın tarihinin izini süren Netflix yapımı The Crown’un üçüncü sezonunda kraliçe rolünü Claire Foy’dan devralan Colman, bu sefer farklı bir kraliçe portresiyle karşımızda.
Ayrıca 2016’da ilk sezonu yayınlanan Fleabag ekranlara dönüyor. Tabii Colman’ın canlandırdığı sinir bozucu üvey anne karakteri de. İnce ince dokunduran sözleriyle sinir bozucu bu üvey anneyi, aşırıya kaçmadan birkaç basit mimikle nasıl canlandırdığını görünce Colman’a bir kez daha hayran kalmamak mümkün değil. Hele ki iyi kalpli ve cesur bir detektifi canlandırdığı polisiye dizi Broadchurch’ü ya da kendini görevine adamış bir ajan rolünde olduğu Night Manager’ı izlemişsiniz. İkisinin de aynı kadın olduğuna inanmak güç.
Bir de geçtiğimiz hafta İngiliz basınında çıkan bir söylenti var. Haberlere göre, James Bond rolü için Olivia Colman’ın adı dönmeye başlamış. Daniel Craig’den sonra 007’yi kimin canlandıracağı zaten epeydir merak konusu. Idris Elba’nın adı bu rol sıkça geçse de, serinin gelenekselliğine vurgu yaparak içtiği kokteyle kadar tüm kişiliği sabit tutulmuş bu ajanın siyahi bir oyuncu tarafından canlandırılamayacağını söyleyen çok. Kim bilir, bu ırkçı geleneksellik hiç beklenmedik bir yolda seyreder ve Doctor Who örneğinde olduğu gibi, erkek karakterini kadın bir oyuncuya teslim eder.
Önce kraliçe rolleri, şimdi de söylenti bile olsa James Bond... Anlaşılan bir oyuncu olarak Olivia Colman İngiltere’de çoktan bir kahramana dönüşmüş bile.