Birinci Dünya Savaşında Mihver Devletlerine katılan Osmanlı Devleti ile savaşan, üstelik bazı bölgelerini işgal eden Fransa'nın, Anadolu'da gelişen direniş hareketini yakından izleyip fikir değiştirmesi ve Ankara Hükümetini bazı temaslarla yoklaması ardından, 20 Ekim 1921'de TBMM Hükümeti ile Fransa arasında ünlü Ankara Antlaşmasının imzalanması çok bilinen bir tarihi gerçek. Bu süreci tekrar anlatmak gereksiz.
Bu yazımın çerçevesine bundan sonra Ankara'da olan bitenler girecek doğal olarak. Ancak bu noktada, tiyatro oyunlarında olduğu gibi bir perde arası versek, bu aranın süresini biraz uzatarak 16-17. yüzyıl İtalyan sahne eserlerindeki "intermezzo"larda ya da İngiliz sahne eserlerindeki "jigg"lerde görüldüğü gibi bir hikâye anlatarak süslesek diye düşündüm.
1972 yaz aylarıydı. Paris'te, OECD (İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı) nezdindeki Türkiye Daimi Delegasyonunda Başkâtip olarak görev yapmaktaydım. Yaz ayları OECD'nin kapalı olduğu ya da çalışma temposunun iyice düştüğü aylardır. Ankara'dan gelen bir talimatla, Paris Büyükelçiliğimizin tarihi arşivini düzenlemek üzere geçici görevle Paris'e gelecek olan meslektaş ağabeyim (şimdilerde Emekli Büyükelçi) Bilal Şimşir'in yardımcısı olarak görevlendirildiğim bildirildi. Neden ben diye merak etmiştim. Sanırım Ankara'da birileri tarihe merakımı biliyordu.
Bilal Şimşir'le birlikte Sefaretin bodrumunda bulunan ve 1792'den 1950'lerin sonlarına kadar olan dönemi kapsayan arşiv odalarına ancak kapısını kırarak girmemizle başlayan, benim geçmişimin çok ilginç, heyecanlı ve hafızamda silinmez izler bırakan birkaç aylık arşiv çalışmasını gerçekleştirdik. Sonunda bütün arşivi daktiloyla kartotekslere geçirmek işi de bana düştü; bilgisayarların devreye girmesine daha uzun zaman vardı!
Ara ara karşılaştığımız belgeler karşısında kendimizi kaptırıp, oturup saatlerce tartışarak okuduğumuz zamanlar oldu. Şimdi, bu "intermezzo"da anlatacağım hikâye orada bulduğumuz, bazen duygulanıp gözlerimizin dolduğu bir dönemin hikâyesi. Bilal Şimşir, anlatacaklarımı biraz da kısaltarak yazdığı bir kitaba da dahil etti.[1]
Birkaç yıl geriye, I. Dünya Savaşının patlaması ve Enver–Talat–Cemal-Sait Halim çetesinin gizlice, tarihin en büyük ihanetlerinden birini kurgulayarak Osmanlı Devletini Almanlar yanında savaşa soktuğu günlere dönelim. Artık hasım bir devlete dönüşmesi nedeniyle, o sırada Paris'te görevini sürdürmekte olan Osmanlı Sefir-i Kebiri, yani Büyükelçisi Mehmed Rıfat Paşa'ya sefareti kapatması, Devletler Hukukunun gerektirdiği şekilde mührünü bir üçüncü ülke (bu durumda İspanya seçilmiştir) büyükelçisine teslim etmesi ve İstanbul'a dönmesi talimatı gelir. "33, rue Villejust" (günümüzde "rue Paul Valéry") adresinde bulunan sefaret binasını ve arşivini korumak üzere geride sadece bir İkinci Kâtip ile bir Arşiv Memuru bırakılırken, sefaretin bütün kadrosu ya farklı başkentlere tayin edilir ya da İstanbul'a dönmeleri istenir.
Günümüzde nasıl pek çok Avrupa ülkesinde öğrenim görmekte olan Türk öğrenci varsa, o zamanlarda da Fransa'da pek çok Osmanlı öğrencisi vardır. Bunların bir kısmı memlekete döner ama bir kısmının hiç öyle niyeti yoktur. Giderler Osmanlı Sefaretine, "Bizi bırakıp nereye gidiyorsunuz?" diye hesap sorarlar. Aldıkları cevap, zaten kendilerine ödenen bursların ya da ailelerinin gönderdiği paraların kesileceği, Fransa'da yaşama imkânlarının kalmayacağı, dolayısıyla bir an önce memlekete dönmeleri şeklindedir.
Bunun üzerine öğrenciler kalklar, binanın 200 metre kadar ötesinde, Victor Hugo Caddesi üzerinde bulunan Osmanlı Başkonsolosluğuna gider. Orada da aynı cevabı alınca, önceden planladıkları anlaşılan bir hücumla Konsolosluk binasını işgal eder, görevlilerin tamamını binanın dışına atar ve birkaç gün içinde toparlayıp getirdikleri yatak-yorgan ve somyalarla binayı öğrenci yurdu haline getirip yerleşir. En azından ev kirası masrafı kalkar böylece ortadan!
Birkaç yıl ileri saralım filmi şimdi. Savaş bitmiş, Sévres antlaşması için Paris'e gönderilen Osmanlı heyetine imza ertesi Osmanlı Devletini temsilen orada kalmaları talimatı verilmiştir. Henüz antlaşma yürürlüğe girmediği, hukuken Fransız ve Osmanlı devletleri hâlâ savaşta sayıldığı için temsilciliğe Sefaret etiketi yapıştırılamadığından "Délegation Ottomane" yani "Osmanlı Delegeliği" ya da "Murahhaslığı" denmiştir. Başında "Elçi" sıfatıyla deneyimli Osmanlı diplomatı Mehmet Nabi Bey vardır.
Ekim 1921'de TBMM Hükümeti ile Fransa arasında Ankara Antlaşmasının imzalanması ve ardından Fransa'nın Anadolu'da işgal ettiği topraklardan çekilmeye başlamasının ne kadar büyük öneme sahip bir gelişme olduğunu anlatmaya herhalde gerek yok. Müttefikler arasındaki birliğin parçalanması sağlanınca, Mustafa Kemal zaman geçirmeden Paris'te bir temsilcilik açılmasının önemini arkadaşlarına kabul ettirir ve eski silah arkadaşı, deneyimli Osmanlı bakanlarından ve TBMM Hükümetinin Maliye Bakanlığını da yapan Ahmet Ferit (Tek) Beyi Fransa nezdinde Ankara Hükümeti temsilcisi olarak Paris'e tayin eder. Ahmet Ferit Bey Paris'te Siyasal Bilgiler Okulu mezunu ve sonradan da orada beş yıl gazeteci olarak yaşamış bir kişidir, yani hem Fransızcaya hakimdir hem de Fransızları gayet iyi tanımaktadır. Tam adamıdır bu işin yani.
Tamam da Fransa'ya girmek için vize gereklidir. Bu amaçla İstanbul'daki Fransız Konsolosluğuna gitmek söz konusu değildir, Anadolu'da başka Fransız temsilciliği de yoktur, tek çare Beyrut'a gidip vize almaktır. Öyle de yapılır. Ferit Bey, yanına Başkâtip olarak seçtiği Hüseyin Ragıp (Baydur) Bey, üç diğer memur ve katetmeleri gereken uzun yolda korunmaları açısından onlara refakat edecek, başlarında müthiş zeki Numan Çavuş olan bir manga asker ile toplam 16 kişilik heyet Mersin üzerinden Halep'e, oradan Beyrut'a geçer, vizeler alınır ve bu defa deniz yoluyla Marsilya'ya en sonunda da Paris'e varılır.
Ankara'dan ayrılmadan önce Mustafa Kemal, Ferit Beye bir torba altın vermiş, "Her şeyiniz budur. Maaşlarınız, kiralarınız, temsilciliğin her ne harcaması olacaksa hepsi budur. Bizden başka para beklemeyin, durumu idare edin," demiştir. Demek ki tasarruf çok önemlidir. Bu durumda Osmanlı Murahhaslığının kullandığı binayı paylaşmaktan daha akıllıca bir çözüm olur mu? Üstelik dünya âleme birleşik Türkiye görüntüsü vermek de çok anlamlı olmaz mı?
Fakat ne yazık ki evdeki hesap çarşıya uymaz. Önce Bâşkatip Hüseyin Ragıp Bey aracılığıyla, olmadı Ahmet Ferit Beyin bizzat Mehmet Nabi Bey nezdindeki girişimleri duvara çarpar. Nabi Bey İstanbul'a danıştığında aldığı cevapta Hariciye Nazırı İzzet Paşa, "Ferit Beyin Paris'te gerçekleştireceği görüşmeler hakkında Babıâli'nin bilgisi ve Ankara'nın bu yönde açıklaması yoktur. Adıgeçenin yüce Sefaretinizde ikameti kesinlikle uygun değildir," demektedir.
Ne yapsın Ankara Heyeti? Bu kez hâlâ öğrencilerin işgali altında bulunan Başkonsolosluk binasına gider ve dertlerini anlatırlar. "Biz Mustafa Kemal'in temsilcileriyiz," demeleri yeter, öğrenciler derhal binayı boşaltıp Ahmet Ferit Bey ve maiyetindekilere teslim eder! Artık Türkiye'nin iki farklı temsilciliği vardır Paris'te. Fransızlar ne yapacaklarını şaşırmıştır muhtemelen!
Hikâyemizin bundan sonraki kısmı da çok ilginçtir. Öncelikle tasarruf konusunu dile getirmeliyim. Ahmet Ferit Bey ve ekibinin Ankara'dan ayrılmadan verilen bir torba altını gıdım gıdım kullandığı, masrafları kısmak için her yola başvurduğu anlaşılıyor. Kağıttan tasarruf amacıyla tanıştıkları Fransız ve diğer yabancıların verdiği kartvizitlerin arka taraflarına notlar almışlar, hatta Ankara'ya gidecek telgraf metinlerini yazmışlar.
Aynı şekilde başka bir yazı alanı bulmuşlar. O dönemde Büyük Savaşın izlerinin henüz kaybolmadığı Fransa'da gazeteler sansürlü çıkmaktaymış. Anlaşılan sansürcüler gazete tam baskıya hazır olmadan devreye girmiyormuş. Günümüzde bilgisayarların tanıdığı imkânlarla gazete sayfalarının düzeni çok kolay değiştirilebilirken, o zamanlar hazır hale getirilip bağlanan sayfalar üzerinde sansürcüler bazı haber ya da makalelerin çıkarılmasını istediğinde yapabildikleri tek şey gazetenin o sütunlarını boş bırakıp basmakmış. İşte dostlar, Ankara temsilcileri gazetelerin bu boş kısımlarını da kırpıp yazı kağıdı niyetine kullanmışlar! Bunların hepsini A4 boyutlu kağıtlara yapıştırıp öyle arşivlemiştik.
Bahsetmek istediğim diğer konu belki gene tasarruf tedbirleri kapsamında görülebilir ama çok daha öte önem taşıyor. Bizim Ankaralılar sürekli olarak yabancılar tarafından bir yerlere davet edilmekte, ancak imkânları olmadığından geleneksel Türk konukseverliğini gösterip bunlara karşılık verememektedirler. Günün birinde, "Yahu çok kişiye borçlu kaldık, bari bir kereliğine şöyle dört başı mamur bir ziyafet düzenleyelim de herkesi ağırlayalım," denmiş. Beraberlerinde gelen askerler arasında aşçı var, Türk yemekleri yaptırabiliyorlar. Eh, gözlerini karartıp yeterli şarabı da satın aldılar diyelim. Peki tabak-çanak, çatal-bıçak, bardak ve kadehler nereden bulunacak? İşte burada uyguladıkları harika yöntem tarihe geçer.
Osmanlı Elçisi Mehmet Nabi Beyin, Mehmet Ali Bey adlı bir Başkâtibi vardır. Bu, Anadolu'da doğan direniş hareketine gönül vermiş bir kişidir ve Ankara temsilcilerine casusluk yapmaktadır. Her akşam Osmanlı Murahhasılığı ile İstanbul arasındaki yazışmaları kopya edip Ankara temsilciliğine ulaştırmakta, oradan da bunları telgrafla Ankara'ya aktarılmaktadır. Yani Ankara günü gününe Osmanlı Murahhaslığının aldığı her talimatı, yaptığı her girişimi bilmekte, ona göre tedbir almaktadır.
Bu davet meselesinde de durumu kurtaran Mehmet Ali Bey olacaktır. Onun önerisiyle davet saatı alışılmışın bir saat ötesine alınır. O akşam Murahhaslık kapandıktan sonra Osmanlı arması taşıyan porselen, gümüş ve kristal takımlar sandıklarla Ankara temsilciliğine taşınır. Ziyafet bunlarla verilir ve gece hepsi yıkanır, tekrar sandıklara yerleştirilir, yerlerine götürülür. Osmanlı armaları altında Ankara Hükümeti daveti!
Velhasıl, sadece birkaç anekdotuna yer verdiğim muhteşem bir hikâyedir Paris'teki Ankara Hükümeti temsilciliği.
Peki sonra ne oldu diye soracaksınız mutlaka değerli okuyucularım. Sonrasını anlatmayı Bilâl Şimşir'in satırlarına bırakayım en iyisi:
"... 1 Kasım 1922 günü saltanat kaldırılıyor. Bir zamanlar dillere destan olan Babıâli veya İstanbul Hükümeti tarihe karışıyor. Pariste iki başlı temsil sona eriyor. Ferit Bey, artık Fransa'da Türkiye'nin tek diplomatik temsilcisi oluyor ve şimdi, haklı olarak, Nabi Beyin kaldığı sefaret binasına taşınacaktır.
Zavallı Nabi Bey, birdenbire açıkta kalıvermiştir. Artık tutunacak bir dalı yoktur. Daha düne kadar sadakatle hizmet ettiği Babıâli yoktur artık. Güvendiği dağlara kar yağmıştır. Artık ondan ne hizmet bekleyen vardır ne de ona maaş ödeyecek bir hükümet. Bir ömür Devleti Aliyyeye hizmetten sonra, şimdi, gurbet diyarında maaşsız, ödeneksiz, yolluksuz, yüzüstü bırakılavermiştir. Ne çare! Bundan böyle kendi başının çaresine bakacaktır. İstanbul'a mı döner, Kahire'ye mi gider, yoksa Avrupa'da mı kalır, kendisinin bileceği iştir. Nabi Bey, geçen yıl aynı binada birlikte oturma isteğini reddettiği Ferit Bey'e geliyor. Süngüsü düşmüştür şimdi. Sıkıla, sıkıla, yalvararak soruyor:
"Ferit Beyefendi, diyor, şahsi işlerimi yoluna koyabilmek içini acaba müsaade buyurulur mu, on beş gün daha sefarette ikamet edebilir miyim?"
"Pek tabii, efendim, pek tabii."[2]
"Intermezzo" bitti! Haftaya Ankara'daki Fransız Büyükelçiliği ile yola devam...
[1] Şimşir, N. Bilâl; Bizim Diplomatlar, Bilgi Yayınevi, Ankara, Nisan 1966, ss. 136-132
[2] a.g.e. s. 142.
Şefik Onat kimdir? Şefik Onat, TED Ankara Koleji ve Londra Hendon Grammar School'da lise eğitiminin ardından A. Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesinden mezun olmuştur. 1966 – 1982 yılları arasında Dışişleri Bakanlığı mensubu diplomat olarak Bakanlıktaki görevlerinin dışında OECD İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (Paris), Jakarta ve Islamabad T.C. Büyükelçilikleri, Birleşmiş Milletler Daimi Temsilciliğinde (New York) görev yapmıştır. 1982 – 1983 yıllarında Başbakanlık/Devlet Bakanlığı Özel Danışmanlığında bulunduktan sonra devlet memuriyetinden ayrılmıştır. 1984 – 1995 yılları arasında özel sektörde üç farklı şirkette üst düzey yöneticilik hizmetini takiben, 1996'da TOKI tarafından gerçekleştirilen B.M. HABITAT II Konferansının Konferans Hizmetleri Koordinatörü olarak Türkiye tarihinde yapılan en büyük ve en kapsamlı uluslararası organizasyonun sorumluluğunu üstlenmiştir. Bu konferansın ardından, 1997- 2010 yılları arasında, kendi kurduğu "ASİTANE Etkinlikler" firması eliyle, kamu kuruluşları ya da yerli ve yabancı Birlikler/Dernekler/Şirketlerin çeşitli ulusal ve uluslararası kongre, konferans, tanıtım, özel etkinlik, gösteri organizasyonlarını gerçekleştirmiştir. Öte yandan, Mimar Prof. Suha Özkan'la birlikte, 2006 yılında tüm dünya mimarlarının çalışmalarını internet ortamında tam eşitlik ilkeleri kapsamında yayınlayabildikleri ve yarıştıkları "World Architecture Community"i kurmuştur. 2010 başından itibaren kendini tamamen emekli ederek eşiyle birlikte Bodrum'a yerleşmiş ve bütünüyle, her zaman özel merakı olan tiyatro ve tarihi roman alanlarında yazmaya yönelmiştir. Tiyatro yazarı olarak, geçmiş yıllarda TRT'de "Radyo Tiyatrosu" ve "Arkası Yarın" programlarında, özgün + çeviri + uygulama niteliğinde 53 eseri yayınlanmıştır. Günümüze kadar sahne için 6 müzikal/müzikli oyun, 2 sahne oyunu, 5 film senaryosu yazan Onat'ın ayrıca 3 oyun çevirisi vardır. Yayımlanmış, editörlüğünü yaptığı 2 kitap ve bir tarihi roman dışında bir diğer tarihi roman ile diplomasi anılarının da yakında yayımlanması beklenmektedir. ONK Telif Ajansına bağlı bulunan Onat, T24 Haftalık ve EK Eleştiri Kültür Dergisi yazarları arasındadır. 1943 Ankara doğumlu, evli ve üç çocuk sahibidir. İngilizce ve Fransızca bilmektedir. İngiliz "British Council"ın lisanslı İngilizce hocasıdır. |