Fransa’nın Osmanlı’da temsiliyle başlamalı hikâye. İlkokuldan başlayıp, ortaokul ve sonra da lise öğrenimimizde defalarca tekrarlanan Kanuni Sultan Süleyman ile Fransa Kralı I. François arasındaki dostluk hikâyesi döneminde, 1535 yılında ilk yerleşik Fransız Büyükelçisini buyur etmişti İstanbul. (Buna karşılık ilk Osmanlı yerleşik sefiri Yirmi Sekiz Mehmed Çelebi’nin neredeyse iki yüzyıl sonra, 1720’de Paris’e gönderildiğini not etmeden geçmeyelim!) Pera Bağları diye adlandırılan semtte büyükelçi efendi kendine bir ikametgâh inşa etmiş ama yeri tam olarak bilinmiyor. 1589’da Pera’da satın alınan arsada inşa edilen ahşap sefaret binası ise 2-3 farklı yangın ardından birkaç kez yeniden ayağa kaldırılmasına rağmen en son 1831’deki yangında tamamen yok olup gitmiş.
Bütçe kısıtları nedeniyle Fransa’nın yeni bir Büyükelçilik binası inşa etmeye başlayabilmesi 1839 yılını bulacaktır. Fransız saray mimarı Pierre Leonard Laurécisque’nın bu amaçla ailesiyle birlikte İstanbul’a gelmesi ardından, onun tasarımıyla inşa edilerek ancak 1847’de tamamlanan, 2.000 m2 alana oturan devasa binanın ardındaki fikir, 1830’dan itibaren “Fransa Kralı” değil, “Fransızların Kralı” olarak tahtta bulunan Louis-Phillippe’in ülkesinin gücünü ve görkemini bütün dünyaya göstermek tutkusuydu. Nitekim o dönemde bu büyüklükte Fransız sefaret binaları sadece İstanbul’da değil, diğer Avrupa ülkelerinde de dikilmiştir. Eh, böyle olunca sefaret binasına da ilk kez “Fransız Sarayı” etiketi yapıştırılmasını doğal karşılamak gerekir. Laurécisque aynı zamanda biri kilise diğeri Fransız (Kapütilasyon) mahkemesi olmak üzere iki bina daha yapmıştır. Mahkeme binası olunca hapishane de gereklidir doğal olarak. O da eklenmiştir zaman içinde (Günümüzde güvenlikçilerin konutu); hatta 1873’te bir de “Dragomanlar” (Tercümanlar) binası yapılmıştır. Yabancı dile yatkınlık gösteren çocuklar (Elbette azınlıklardan: Levantenler, Ermeniler ve Rumlar) genç yaşlarında alınıp burada mükemmel bir Fransızcaya ulaşıncaya kadar yetiştirilecek, zamanla sefaretin ihtiyacı bunlarla karşılanacaktır.
Günümüzde Beyoğlu’ndaki Nur-i Ziya Sokak ile Tomtom Kaptan Sokak arasındaki büyük arazide konuşlanmış Fransız yerleşkesi içinde bulunan Fransız Sarayı her ne kadar 1908-1913 yılları arasında yenilenmiş, yeniden şekillendirilmiş olsa da hâlâ ilk “Saray” binasının izlerini taşımaktadır. Mesela binanın bazı alınlıklarında kral Louis-Phillippe’in “LP” arması görünür. Binada bol miktarda haç ve duvar süslemesi, girişin bir yanında I. François’nın, diğer yanında IV. Henri’nin büstleri, arma niteliğinde Fransa’nın milli simgesi “Galya Horozu” ve Fransız nişanı “Légion d’honneur” bulunmaktadır.
Günümüzde “Pierre Loti” okulunun sınıflarını barındıran Mahkeme binasının duvarında Adalet (Justice), Kanun (Lois) ve Eşitlik (Égalite) simgesi olan üç arma vardır. Isı farklarına dayanıklı Malta taşıyla yapılan ana bina üç katlıdır. Zemin katında kabul ve balo salonları, birinci katta kançılarya, üst katta ise büyükelçinin ikametgâhı (şimdilerde yazlık) yer almaktadır. Fransız Sarayının son haliyle ilgili diğer ayrıntılara girmeden, Osmanlı İmparatorluğuna atanan iki çılgın inatçı Fransız Büyükelçisiyle ilgili anekdotları vermek isterim. İlki 1674 yılında Osmanlı İmparatorluğuna atanan Nointiel Markisi Charles-Marie-François Olier’dir. Dönem, dost görünselerde Fransa–İngiltere rekabetinin zirveye çıktığı dönemdir ve bu rekabetin en fazla hissedildiği sahnelerden biri İstanbul’dur. Büyük rakibi İngiliz Büyükelçi Sir John Finch, İstanbul’da Fransız Büyükelçiden bir yıl önce göreve başlamıştır. Bu büyük rekabetin hikâyesini ayrı bir yazıda ele alacağım. Burada sadece bir öngelme mücadelesinden bahsedeceğim.1676 yılında Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın Sadaret makamına oturmasıyla kentteki Büyükelçilerin usulen kendisini kutlamaya gitmesi gerekmektedir. Şimdi, yukarıda bahsettiğim rekabet kapsamında hangi Büyükelçinin ilk randevuyu elde edeceği sorun olacaktır. Daha deneyimli olan İngiliz Büyükelçi Finch, yaptırdığı tahkikat sonucunda Kara Mustafa Paşa'nın yabancılardan hazzetmediğini keşfetmesiyle geri adım atar ve ilk kurbanın Marki olmasını beklemeye başlar. Casusları aracılığıyla olanı biteni öğrenecek ve kendi adımlarını ona göre atacaktır.
Marki Hazretleri bütün deneyimsizliğiyle üstü üste günlerce dragomanını Bâb-ı Âli'ye göndererek randevu talebini yinelemektedir. Sonunda istediğini elde ettiğinde maiyetindeki görevliler ve değerli hediyelerle Sadrazamın makamına yollanır. Fakat o da ne, alındıkları bekleme salonu Sadrazamı kutlamaya gelen Osmanlı bürokratlarıyla öylesine doludur ki nefes almak imkânsızdır! Marki dudaklarını ve tırnaklarını yiyerek üç saat bekler, sonunda bakar kendisine sıra geleceği yok, önünde bekleyenleri sağa sola ittirerek hücuma geçer.Dragomanının ikazlarına hiç kulak asmaz ve sonunda Makam kapısında bekleyen nöbetçileri de bir şekilde atlatıp kendini içeri atar. Bu defa hiç beklemediği başka bir manzarayla karşılaşacaktır. Sadrazamın oturduğu ihtişamlı koltuk yükseltilmiş bir platform üzerine yerleştirilmiştir. Buna karşılık misafirin, yani bu durumda kendisinin oturacağı basit bir tabure ise normal zemindedir. Oysa anlı şanlı Fransa Kralı XIV. Louis’nin tam yetkili Büyükelçisi, Sadrazam bile olsa kendisine böyle tepeden bakılmasına asla izin veremez! Burada, Merzifonlu Kara Mustafa Paşadan önce büyükelçilerin kabulünde böyle bir uygulama olmadığını belirtmeliyim. Bu tamamen Paşanın kendisini herkesten ve özellikle yabancılardan üstün görmesine bağlı yeni bir uygulamadır.
Bundan sonrası tam bir komedidir. Nointiel Markisinin kendi adamlarına talimatıyla tabure iki üç kez platforma çıkarılacak fakat görevliler tarafından aşağı indirilecektir. Derken Marki kendisi tabureyi kaparak platforma çıkıp üstüne oturacak, görevlilerin ikazına rağmen yerinden kalkmayacak, Paşanın bulunduğu yan odadan gelen çavuşbaşı, “Paşa Hazretleri tabureyi yerine koymanızı emrediyor,” deyince de, “Paşa Hazretleri tabureye emir verebilir ama bana veremez!” lafını etmekten geri kalmayacaktır. Çaresiz kalan görevliler sonunda Marki’nin kollarına girip sıkı sıkı tuttuğu tabureyle birlikte aşağı atar ve, “Defol gâvur!” diye bağırır. Merzifonlunun yan odadan, “Cehenneme kadar yolu var!” diye bağırdığına dair bir söylenti de vardır.Pılısını pırtısı, getirdiği hediyeleri toplattıran Büyükelçi maiyetindekilerle birlikte Sarayı terketmek zorunda kalmıştır. Olayın İstanbul ve Avrupa’daki diplomatik ortama çok hızlı yayıldığı anlaşılıyor. Büyükelçi Marki Charles-Marie-François Olier ise Kralına gönderdiği yazılı raporunda, ”Sağlam tavırla Türklerde hayret, Fransızlardaysa sevinç uyandırarak, başım dik olarak, kendi isteğimle oradan çıkıp gittim,” diye yazacaktır.Değerli okuyucularım 2009 yılında İsviçre’nin Davos kentinde düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu'nda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez arasında yaşanan “One minute!” olayını hatırlayacaklardır. İki ülke arasında gerginlik uzun süre devam etmişti. Hatta 2010 yılında bir Türk televizyon kanalında yayınlanan "Kurtlar Vadisi Pusu" dizisindeki bazı sahneleri protesto etmek amacıyla Türkiye'nin Tel Aviv Büyükelçisi Oğuz Çelikkol, İsrail Dışişleri Bakanlığı'na çağrıldığında, muhatabı Bakan Yardımcısı Büyükelçimizin elini sıkmamış ve kendisininkine göre daha alçağa yerleştirilmiş basit bir koltuğa oturtarak aşağılamıştı. Bilmeyenler için, yukarıdaki satırlarla büyükelçileri bu yöntemle aşağılamak uygulamasının kaynağının neresi olduğu anlaşılmıştır sanırım. Kurnaz İngiliz Büyükelçi sadece Fransızı ileri sürmekle kalmayacaktır. İki üç gün sonra kendisine randevu verildiğini ve Babıali’de beklendiğini tebliğ etmek üzere Sefarethaneye bir görevli geldiğinde (demek ki o zamanlar böyle yöntemler varmış) hemen yatağa girer ve ateşinin çıktığını, ne hastalığı varsa başkalarına bulaştırabileceğini söyleyerek randevuyu erteler. Sonrasında bekler. Sıradaki Hollanda ve Venedik Büyükelçileri de kutlamaya gidip alçaktaki taburelere oturtulunca, “Artık usul böyle olmuş, hepimiz uymak zorundayız maalesef,” diye Kralına rapor gönderir. Öyle de, karşısındaki Kara Mustafa Paşa bu diplomatik hastalığı yutmamıştır. Bu defa aylarca Sir Finch’a randevu vermeyerek inletir adamı. Sekiz ay sonra nihayet randevu verdiğinde her şey dostluk içinde ve usullere uygun geçecek, Sir Finch paşa paşa alçak tabureye oturacak ve mutlu mesut Sefarethanesine dönecektir.
Fransız sefirlerinin ve Sarayının hikâyesinin devamı gelecek haftaya. Oradan da İngilizlerin “Pera Evi” (Pera House) dedikleri sefarethenelerine geçiş yapacağız.
Bu yazıları hazırlarken çok yararlandığım aşağıdaki kitapların yazarlarına teşekkürlerimi iletmek isterim:- Yılmaz, Güzin Özen; Elçiye Zeval Olmaz, Remzi Kitabevi, İstanbul 2014- Cezar, Mustafa; XIX. Yüzyıl Beyoğlusu, AKBANK AK Yayınları Kültür ve Sanat Kitapları, İstanbul 1991- Akıncı, Turan; Beyoğlu: Yapılar, mekânlar, insanlar (1831-1923), Remzi Kitabevi, İstanbul 2019