İLK İZLENİMLER - 2
Bugün olduğu gibi 19. yüzyılda da gezginlere yol göstermek, pratik tavsiyelerde bulunmak için el kitapları yayımlanırmış. Pek çok gezginin yaptığı atıflardan çok kullanılan bir tanesinin yazarı John Murray, 'Türkiye'de Gezginler İçin El Kitabı'nda İstanbul'u tanıtımının başında şöyle diyor:
"Kadim Bizans, bugün sarayın bulunduğu, denize doğru uzanan burnun en ucunda yerleşikti. Modern kent, eski çağlarda dünyanın merkezi olduğunda nasılsa, şimdi de birbiri üzerine yükselen yedi alçak tepede, Bizans'ın ardında yayılmış durumda. Dünyanın başka hiçbir kentin, böylesine harika konumuyla övünmesi mümkün değildir; Karadeniz'le Akdeniz'in arasındaki seyrüseferi yöneten, Avrupa ve Asyanın sahillerinin buluştuğu bu nokta, güvenlik ve ticaret imkânları için en büyük avantajları çarpıcı güzelliği ile birlikte sunuyor. Doğa, hiç kuşkusuz, burayı büyük bir krallığın merkezi olarak yaratmış."
Bir başka yazarın, yıllarca İstanbul'daki Büyükelçiliklerde 'dragoman'[i] olarak görev yapmış İstanbullu bir Rum olan Demetrius Coufopoulos'ın 1895'te yazdığı 'İstanbul Rehberi' başlıklı el kitabı ise, kent hakkında inanılmaz derecede ayrıntılı bilgi veriyor. İlerleyen satırlarında kentin derinliklerine dalıp tüm olumsuz yanlarını da gözler önüne sermeden önce, yabancılar için uzaktan görüntünün nasıl olduğunu şöyle anlatmış:
"Ozan, yazar ya da sanatçı, her biri defalarca ve genellikle şarkılarla, mısralarla ve renklerle kentin güzelliğini anlatmaya çalışmış ama hepsi yetersiz kalmıştır. Çünkü Constantinopolis kendisini betimleme gayretlerini boşa çıkarır. Hiçbir mısra, hiçbir kalem, hiçbir fırça, güzel bir yaz sabahı Batı'dan kente yaklaşan yabancının gözlerinde beliren görüntüyü zihnimize aktarmakta yeterli olamaz…"
"Taş, tuğla ve harçla inşa edilmiş gerçek bir şehirden çok 'Binbir Gece Masalları'ndan fırlamış büyülü bir şehirdir o…"
"Sabahın erken bir saatinde bulunduğu geminin güvertesine çıkıp, her türde binayla tamamen kaplanmış ve suyun kenarlarına kadar inen yedi alçak tepeyle ilk kez karşılaşınca mutlaka böyle bir düşünceye kapılacaktır…" diyerek okuyucuyu da bir masal âlemine sürüklüyor Coufopoulos ve ardından seçtiği kelimelerle bu havayı yansıtmak peşinde olduğunu anlıyoruz:
"…beyaz bir köşk ve birkaç selvi ağacının ya da ince, keskin uçlu minaresinin ya da neşe dolu renklere boyanmış evlerin tepesinden yükselen sayısız cami kubbesinin etrafı gökkuşağının tüm renkleriyle sarmalanmıştır. Arka planda, manzarayı daha da etkili hale getiren ve birazdan güneşin güçlü ışınlarıyla eriyecek olan sabahın hafif pusunun arasından belirecek olan Doğu'nun yumuşak mavisine boyanmış gökyüzü, ön planda ise bir ayna tutulmuşcasına Marmara denizinin berrak sularına yansıyan kent. Uzaktan bakıldığında Constantinople budur!"
İstanbul'dan geçmiş ya da orada yaşamış farklı meslek sahibi kişilerin kentin akıllara ziyan güzelliğini anlatmak için nasıl lügat parçaladıkları, art arda sıfatlar sıralamak için nasıl uğraştıkları ortada. Gel gelelim…
Demetrius Coufopoulos,"…neşe dolu renklere boyanmış evlerin…" ya da, "Doğu'nun yumuşak mavisine boyanmış gökyüzü, ön planda ise bir ayna tutulmuşcasına Marmara Denizinin berrak sularına yansıyan kent…" demiş ya, buna karşılık ilk yazımda neden,"… burnu büyük sömürgeci İngiliz ukalalığıyla çekilmez kadın Frances Minto Elliot…" diye yazma cüretinde bulunduğumu, bu hatunun 1893'ta yayımlanmış, "Constantinopolis'te Avare Bir Kadının Günlüğü" başlıklı kitabından satırlarla göstermeye çalışayım:
"… Büyük tahribata uğramış bu kentin geçmişinden kalanlar o kadar az ki!…"
"… Büyük bir hayal kırıklığı içinde kaldığımı itiraf etmeliyim. Marmara denizinin yassı sahilleri hiçbir heyecan uyandırmıyor; Roma'nın resim gibi, renkli surlarıyla karşılaştırdığımda bu kentinkiler nasıl da sefil ve değersiz!"
"… Mayıs'ın sonundayız ama perişan küçük ev kümelerinin duvarlarında renk diye bir şey yok. Ne de küçücük bahçelerinde ne de denize doğru kaykılmış sahillerinde. Hatta ne de ağaçlarda, bitkilerde ne de yanından geçtiğimiz ince mi ince minareli küçük camilerin kubbelerinde… Nefret ettim bu birbirine hiç benzemez, üst üste yığılmış, adi küçük evlerden… Sanırsın evler oyuncak bebek evleri!"
Devam etmeme gerek var mı? İsterseniz aklı başında kimselerle sürdürelim, mesela bir bilim insanıyla…
İstanbul'daki Robert Kolej'de 1872–1892 yılları arasında 20 yıl süreyle tarih hocalığı yapmış ve ardından ABD'nin en ünlü üniversitelerinden biri olan Amherst College'de Avrupa Tarihi alanında Ordinaryus Profesör rütbesine yükselmiş Edwin A. Grosvenor bunların başında gelir, hatta birinciliği kimselere kaptırmaz. Öyle ki, onun 'Contantinopolis' başlıklı kitabı 1895 yılında iki cilt halinde yayımlandığında, o zamana kadar İstanbul üzerine İngilizce dilinde yazılmış en önemli bilimsel inceleme olarak ilan edilmiş ve yılın kitabı seçilmiştir.
Kitabın birinci bölümünün başlığı da 'Constantinopolis'. Anlaşılan önce kentin ne olduğunu şöyle bir özetlemek istemiş:
"Ünlü bir hatip, dile getirdiği methiyesinde kendi ülkesinin adını anar ve ardından coşku içinde, 'Sedasında bile sihir var!' diye bağırır. 'Contantinopolis' kelimesi mitolojiye dayalı romantizm, tarih ve şiir yumağıdır. Irkların kaynaşması ve itikatların çatışması ile eş anlamlıdır. İnsanlığın kurduğu tüm başkentler içinde dünü ve bugünü en kozmopolit olanıdır. Konumunun doğal sonucu olarak dünyanın tahtına oturmuş kraliçe kentdir."
"… Sabahın erken saatlerinde Marmara Denizinden bakıldığında, yükselen güneş kubbelerini ve minarelerini boyadığında ya da akşam saatlerinde bütün dalgalar ve çatıların günbatımı taşkınlığının görkeminde titreştiğinde ya da tepelerden, kendisi zaten 'Sonsuz çeşitlikle değişken bir göl' izlenimi veren Boğaziçi seyre dalındığında, insanın hayal gücünün ötesinde ve defalarca seyretmiş olsalar dahi bir türlü nasıl anlatacaklarını bilemediği bir tablodur bu kent. Üstelik bu manzara güzelliği, her kaya ya da uçurumun, her koyun, derenin ya da toprağın her noktasına dokunan ve dönüştüren romantik ve tarihi anıların hâlesiyle öylesine yayılır ve zenginleşir ki, en ağır kanlı ve sakin seyirciyi dahi heyecan içinde titreştirir."
Bir yabancı bilim insanı dahi 19. yüzyıl İstanbul'unu anlatırken, karşılaştığı çarpıcı güzelliğe kendisini böylesine kaptırıyormuş. O zaman daha bir asır öncesinden Nedim'in bu kent için neden, "Bu şehr-i sitanbul ki bi misl ü behâdır, bir sengine yek pâre acem mülkü fedâdır," şeklinde mısralar döktürdüğü daha anlaşılır hale gelebiliyor.
Öyle de, yabancı yazarlar İstanbul kitabının yaldızlı kapağını kaldırıp, iç sayfalarına, köşesine bucağına, yollarına kavşaklarına, girintilerine çıkıntılarına göz attıklarında aynı izlenimleri devam ediyor muydu acaba? Bir sonraki yazıda o sayfaları çevirmeye başlamalıyız herhalde!
[i] Dragoman: Yabancı elçiliklerin baş tercümanı ve resmi makamlarla işlerini kovalayan kişi.