Havada kesif bir savaş kokusu... Barış diyenlerin tutuklandığı, savaş çığlıklarının sınırları aşarak en yakınımızda yer tuttuğu bu günlerde, işte bu çığlıkların bir yandan da Türk Lirası’nı devirdiğine şahit oluyoruz. Her çığlıkta her para birimi devrilmiyor, ama dünyadaki her gelişme mutlaka bizim para birimimizi, Türk Lirası’nı etkiliyor.
Dünyadaki gelişmeler, ister Türkiye’de, ister Avrupa’da, ister Suriye’de, ister ABD’de olsun, derin bir havuzda boğulan tek sesli Saray süzgecinden geçtikten sonra kulaklarımıza ulaşıyor... Ama aynı gelişmeler herhangi bir süzgeçten geçmeden, doğrudan hepimizin ekonomisine yansıyor. TL geçen hafta itibariyle, yılbaşından bu yana 42 kuruşa, son bir haftada ise 21 kuruşa varan değer kaybını gördü.
TL sallanmaya başlayınca Saray’dan beklenen açıklama geldi: ‘’Bize saldıranlar var’’! Saray’ın sözcüsü konumuna indirgenmiş Merkez Bankası da benzer bir açıklamayla, bir ‘’atak olduğunu, kaynağını araştırdıklarını’’ duyurdu. Oysa TL’ye saldıran da, şu anda yaşananların kaynağı da belli. Görme niyeti olursa Saray’ın da, sözcüsü konumuna kendisini uygun gören Merkez Bankası’nın da çok uzağa bakmalarına gerek yok. Bugün TL’nin değer kaybediyor olmasının ve ekonomik büyümeye rağmen herkesin kan ağlıyor olmasının tek ve bir sorumlusu var. O da Saray rejimi. Yani Merkez Bankası Başkanı atağın kaynağını arıyorsa Beştepe’de bulabilir.
Türkiye ekonomisini dünyada yaşanan her gelişmeden etkilenir hale getiren en temel unsur, AKP’nin 16 yıllık iktidarı boyunca kurduğu ekonomik düzenin ta kendisi.
AKP’nin kurduğu Saray rejiminin dayandığı ekonomik düzen, bir sömürü düzeni, esaret düzeni. Saray rejiminin ekonomik düzeni, dış kaynaklara hem üretim hem finansman bakımından bağımlı. 80 milyonu neoliberal düzenin egemenlerinin esaretine teslim eden işte AKP’nin 16 yılda adım adım kurduğu bu ekonomik düzen. Bizleri emperyalistlerin amaçlarına esir etmiş olan, 80 milyonun egemenler tarafından sömürülmesine imkan veren bu rantçı düzeni, bilerek ve isteyerek kurmuş olan Saray'dır.
Bu düzenin ortaya çıkarttığı tabloyu her birimiz farklı biçimde ama her gün hissediyoruz. En temel ihtiyaçlarımızı gidermeye yetmeyen ücretimizde, güvencesiz çalışma koşullarımızda… Hayatlarımızı elimizden çalan 14 saatlik çalışma günlerinin ağırlığında… İnşaatta düşen asansörlerde veya denetimsiz madenlerde canlarımızı veriyor olmanın ağırlığında… Zeytinliklerimiz yok edilirken, çocuklarımız uluslararası tekellerin kar hırsına şeker kaplamayla teslim edilirken, mutfağımızda aynı ağırlığı yaşıyoruz. Geleceğimizin aydınlığının temsilcisi olacak gençlerimiz, çocuklarımız her geçen gün laik, bilimsel ve kamu tarafından ücretsiz ve eşit fırsatlarla sağlanan eğitimden mahrum bırakılırken, barış istedikleri için üniversite binalarından akademisyenler atılır, öğrenciler hapishanelere gönderilirken, bu düzenin sadece bu günümüzü değil, yarınlarımızı da çaldığını yaşıyoruz... Her gün, her an… Hepimiz saray rejiminin kurduğu bu düzenin sonuçlarını yaşıyoruz.
Dış borcumuz milli gelirimizin yarısından fazla. 453 milyar dolarlık dış borcun önümüzdeki 12 ay içerisinde ödenmesi gereken miktarı 185 milyar dolar. Bunun üzerine bir de kaynak bulunarak finanse edilmesi gereken 53 milyar dolarlık cari açığı ekleyin. Önümüzdeki bir yıl içerisinde ekonominin ihtiyaç duyduğu yabancı kaynak, 238 milyar dolar düzeyinde. İşte durum bu olunca, TL’nin değer kaybetmesi için birilerinin atak yapmasına dahi gerek kalmayacak bir kırılganlık ortaya çıkıyor.
Bu kırılganlığın kaynağı bir hafta OHAL hukuksuzluğunun uzatılacağı siyasi müjdesi olabiliyor. Sonraki hafta cari açığın milli gelirin yüzde 6’sına yaklaştığı haberi… Diğer hafta, enflasyonun resmi hedefin iki katı düzeyde gerçekleşmesinden, Merkez Bankası’nın hiç de rahatsız olmadığına işaret eden “para politikasızlığından” kaynaklanıyor. Bir sonraki haftaysa, AKP’nin pervasız dış politika tutarsızlıklarının, Türkiye’yi Rusya ve ABD arasına sıkıştırdığı gerçeğiyle yüzleştiğimizde, TL’nin dakika dakika eridiğine şahit oluyoruz.
Yani mesele öyle bir günün, bir haftanın meselesi değil. Mesele bir mevzuat değişikliğinin, iki teşvik paketi töreninin, üç tekrarlı açılış törenlerinin çözebileceği bir mesele değil.
Bir diğer deyişle mesele Başbakan’ın iddia ettiği gibi konjonktürel değil, oldukça yapısal bir meseledir.
Mesele farklı bir siyasi tercihle ülkeyi bağımsızlığına kavuşturacak bir düzeni kurma meselesidir. Yani mesele Saray rejiminin yerine, zamanın ruhunu yakalayan bir katılımcı siyasetle, halkın ekonomisini inşa etme meselesidir.
Bu mesele de, emin olun, ergeç çözülür.
______________________________________________________________
Doç. Dr. Selin Sayek Böke
CHP Parti Meclisi Üyesi, İzmir Milletvekili