Serginin ana kapısında beni karşılayan görevliyi, henüz taze boya kokan binanın denize bakan cephesine doğru takip ediyorum. 1905'teki yangında kül olan ve yakın zamanda yeniden inşa edilen 'Mehmet Emin Ağa Yalısı'nın deniz tarafına çıkar çıkmaz, Boğaz'ın nefes kesen manzarasıyla birlikte Rönesans heykellerini aratmayacak atletik bir bedene sahip "İstanbul" heykeli, sırtı dönük bir şekilde beni karşılıyor.
Hemen ardından, Taner Ceylan'ı ve 10 yıldır birlikte çalıştığı stüdyo menajeri Saliha Yavuz'u denizin yanı başında, durmak bilmeyen yoğun ziyaretçi dalgası arasında, kısa bir mola vermiş halde buluyorum. Sanatçı beni görür görmez yüzünde sıcak bir gülümsemeyle "Hoş geldin" diyerek ayağa kalkıp elimi sıkıyor.
Güneşli bir öğleden sonrası. Havada, denizde küçük dalgacıklar oluşturan tatlı bir esinti var. Türk kahvelerimizi denize karşı yudumlarken konu konuyu açıyor. Ben Ceylan'a uçak korkumdan söz ediyorum, o da bana bu korkuyu nasıl yendiğini anlatıyor. Buna rağmen, sanatçı bana artık mecbur kalmadığı sürece seyahat etmediğini belirtiyor.
"Galerilerle çalışırken çok dolaştım dünyayı. Amerika'ya git-gel, artık evim olmuştu uçak. Seyahat ettiğim zaman kendimden uzaklaşıyorum. Ruhum başka bir yerde, bedenim bir başka yerde oluyor. Ancak kendimde olduğum anlarda resim yapabiliyorum, ki bu da biraz zaman gerektiriyor. Onun için de hep evimdeyim, atölyemdeyim, bahçemdeyim, çünkü dikkatim çok kolay dağılıyor," diyor sanatçı.
Konumuzu şimdiki sergisine getirmeden evvel, ressamla, onun geçmiş olduğu farklı evrelere biraz değiniyoruz. Erken çalışmalarında, dergilerden ve billboardlardan, heteroseksüel dünyanın ona dayatmış olduğu imgelerden faydalandığını belirten sanatçı, bana telefonundan 1998'de yapmış olduğu, hâlâ stüdyosunun bir duvarında asılı duran 'Bahçe' adlı çalışmasını gösteriyor.
"Bu resim için ilham aldığım orijinal reklam afişi, bir kadınla bir erkeği resmediyordu. Ben kadının yerine bir erkek koymak şartıyla o sahneyi kendi dünyama entegre etmeye çalıştım ve resmi yaparken uzun saçlıya vuruldum. Bitmemesi için bir kıl daha, bir çizgi daha diye sürekli resmi uzattım durdum. Oluşturduğun yaşamın içine kendin düşüyorsun – sanat biraz da öyle bir şey."
Ceylan'ın 2002'de İstanbul'da Galerist'te açtığı ilk sergisi, hiper gerçekçi stilde üretilmiş, ağırlıkla son derece cüretkâr homo-erotik nülerden oluşmaktaydı.
Ona, "Böyle bir serginin günümüzün Türkiye'sinde gerçekleşebileceğini düşünemiyorum," diyorum. Buna karşılık, sanatçı bana şu açıklamada bulunuyor:
"Türkiye'de tam o sırada AK Parti yeni başa geçmişti ve Avrupa'ya açılıyoruz, liberal, demokrat oluyoruz diye her şey güllük gülistanlıktı. Öyle bir zamanda açtım ben o sergiyi ve ardından Yeditepe Güzel Sanatlar Üniversitesi'ndeki görevimden oldum. 2003 yılında İstanbul Bienali'ne davet edildim ve küratörü Dan Cameron, üniversitedeki görevimden atılmama sebep olan resim dahil olmak üzere, Galerist'te sergilenen resimlerimin nerdeyse çoğunu bienalde tekrar gösterdi. Böylelikle eserlerim uluslararası sanat camiasının dikkatini çekmeye başladı."
En bastırılmış olan duygularımızı yüzeye çıkartabilecek potansiyele sahip, ama her daim ihtişamlı, Ceylan'ın kurguladığı sahneler. Yıllar içinde bazı tabloları – 'Karanfil Hasan' gibi – zihnime kazılarak benim için adeta ikonik bir mertebeye ulaşmış durumda.
"O resmi, Londra Oteli'nde çekilmiş bir fotoğraftan yola çıkarak yaptım. Politik göndermeleri olan ilk çalışmamdı. Ortadaki oğlan bugünün Türkiye'si, duvardaki Türkan Şoray posteri bizim o özlem duyduğumuz 50'lerin Türkiye'si. Sağ taraftaki televizyon ekranı Amerikan bayrağının yakıldığını göstermekte. O da gelecekteki Türkiye diye düşündüm. O savaş hiç bitmeyecek. Ortadaki oğlan da her şeyi yapmaya hazır. Seninle sevişebilir, senin için adam da öldürebilir –yeter ki parasını ver," diyor sanatçı.
Yıllar içinde, 55 yaşındaki ressamın, Türkiye'nin sosyal-politik durumuna, sanat tarihine, Osmanlı'nın tarihine göndermeler yapan farklı katmanlarla harmanlamış olduğu repertuvarı, erken dönemine kıyasla, gitgide daha nüanslı bir homo-erotizm içermeye başlar.
Ceylan bu değişimi şu şekilde açıklıyor:
"Kişisel evrim – öyle düşün. Bu çünkü benden çok ayrı ilerleyen bir şey değil. O kadar zamanı incecik 10/0 kıl fırçalarla bir tuvalin önünde geçirirken, yalandan bir şey yapmanın imkânı yok. Gerçekten sabretmek ve âşık olmak lazım."
Başlığını Yahya Kemal'e ait bir şiirinden almış olan 'Âheste Çek Kürekleri Mehtâb Uyanmasın', sanatçının yaklaşık 15 yıla aşkın bir sürenin ardından Türkiye'deki ilk kişisel sergisi oluyor. Ceylan, buna sebep olarak bu zaman zarfında onun uluslararası ayağının çok güçlenmiş olmasından kaynaklandığına işaret ediyor.
Sanatçı yakın zamana kadar New York'taki Paul Kasmin Gallery tarafından temsil ediliyordu. Ancak bu birliktelik galeri sahibinin vefatıyla sona erdi.
Bunun yanında, Ceylan hiçbir zaman sıkça kişisel sergiler açan biri olmadı. Her gün, vaktini sabahtan akşama kadar stüdyoda tasarlayarak ve üreterek geçiren sanatçının, bazı çok detaylı yağlıboya tablolarının tamamlaması bir senesini alabiliyor.
Ceylan'ın, bu sergisi için esin kaynağı, tarihi yapıları ve gizli kalmış cevherleriyle: İstanbul. Ayrıca sanatçının, Osmanlı dönemiyle bağdaştırtılan, entelektüel birikimi ve gustosu yüksek hayat tarzının aslında bugün de bir şekliyle hala İstanbul'da yaşandığına tanıklık etmesi, onun için önemli bir ilham kaynağı olmuş.
"Ben birkaç yıl önce burada çok özel insanlarla tanıştım. Biri Alaturca House'ın sahibi Erkal Aksoy, diğeri Hikmet Mizanoğlu. Bunlar antika uzmanları ve sanat tarihi konusunda son derece birikim sahibi olan insanlar. Bu kişilerle tanıştıktan sonra yurt dışına yerleşip orada yaşama algım tamamıyla yıkıldı. Aslında burada da çok değerli bir şehir, bir yapı ve bir ülke var ve bu insanlar bunu en mükemmel şekilde değerlendiriyorlar – bunun farkındalığına eriştim," diye açıklamada bulunuyor sanatçı.
Kahvelerimiz de hazır bitirmişken Ceylan'la yerlerimizden kalkıp, yalının açık kapılarından içeri geçiyoruz.
İlk durağımız giriş katında tek başına bir odada, Rüstem Paşa Camisi'nin avlusunda tarihi bir duvarı tüm görkemliliğiyle canlandıran büyük bir tablo. Bu, ressamın ender figürsüz olan çalışmalarından biri; kanımca onun sanat yolculuğunda önemli bir dönüm noktası teşkil ediyor.
Ceylan, duvarın yüzyıllardır geçirmiş olduğu hasarlar, onarımlar ve kayıplarla simetrisini yitirmiş olan dizaynını foto-gerçekçi bir üslupla, en ince detayına kadar yeniden tuval üzerinde yaratmış. Uzaktan, resim görsel zenginliğiyle göz kamaştırıyor.
Yakındansa, birbiriyle çakışan, düz motiflerin amalgamından oluşan kurgusu resme soyut bir anlayış kazandırıyor.
Sanatçı, eliyle tuvalin en aşağısında bulunan, bir tığla işler gibi, incecik fırçalarıyla yeniden resmetmiş olduğu fayans şeride işaret ederek, "Bu ilk sırayı yapmaya başlayınca küçük bir depresyona girdim," diye itirafta bulunuyor. Nerdeyse imkânsızı başarabilmenin onda yaratmış olduğu büyük haz duygusunu sezerek ona gülümsüyorum.
Ardından, zifiri karanlık bir bodrum katında, bir kanepede yan yana oturarak, üç dakika boyunca, 'İstanbul' heykelinin canlı haline dönüşmüş olan Cem Adrian'ın, deniz ve mehtaba doğru, insanı transa geçirebilecek derecede dinlendirici bir melodiyi seslendirişini izliyoruz, kaslı, çıplak vücudunu örten tiril tiril kumaş nihayet bedeninden sıyrılıp, uçup gidene kadar.
Sergiyi sanatçıyla birlikte gezmeyi sürdürürken, ferah yalının her penceresinden görünen masmavi deniz, sık sık gözümü alıyor, Cem Adrian'ın rüyamsı müziği, arka planda, bize eşlik etmeye devam ederken.
Ceylan'ın kendi hayalindeki imajıyla canlandırmış olduğu 'Halil Paşa' son derece alımlı ve olabildiğince şık bir Osmanlı beyefendisi. Zamanında, Fransız realist ressamı Gustave Courbet'den onun en mühim yapıtlarından biri olan – bacakları açık bir kadının vajinasını yakından resmetmiş olduğu – L'origine du monde'un (1866) siparişi, bir Osmanlı diplomatı tarafından verilmiş olduğuna inanmakta zorluk çekerek, 'Böyle birisi gerçekten yaşadı mı?" diye soruyorum sanatçıya, portreyi dikkatle incelerken.
"Tabi. Halil Paşa Paris'te görev yaparken en önemli oryantalist resimlerinin siparişini Eugène Delacroix, Jean-Auguste-Dominique Ingres gibi sanatçılara o verdi. Osmanlı'ya geri dönmek istediğinde, Sultan Abdülaziz ancak sanat koleksiyonunu orada bıraktığı taktirde, Osmanlı topraklarına geri dönebileceğini söyledi. O da bunun üzerine, elindeki bütün eserleri Paris'te bir açık artırmaya sokarak sattı. Aslında burada küçük bir Louvre'mız olabilirdi."
Ressamın 2019 senesinden beri üzerinde çalışmış olduğu bu sergide, en göze çarpan yeniliklerden biri, resimlerin büyük bir bölümünün monokrom tonlarda gerçekleştirmiş olması. Bunun sebebini sorduğumda, Ceylan bana şu şekilde yanıt veriyor:
"Renk giderek azalmaya başladı çünkü artık resimlerim daha anlatımcı odaklı. Az renk, ışık ve gölge, hikâyeyi çok daha güzel anlatıyor. Bu şekilde duygu karşıya çok daha kolay geçiyor."
Sanatçı bana, yalının ikinci katında sergilenmekte olan, "Yaralı Asker" portresi için, "Sanat tarihinde yaralı asker yapma geleneği vardır. Ancak bu askerin yarası etinde değil, kalbinde. Yarasına neden olan kişi ise Şahmeran" diyerek 'Yaralı Asker'in karşısında asılı duran resme yönelirken ekliyor, "Yarı yılan, yarı kadın, en büyük yeteneği erkekleri köleleştirmek."
'Yaralı Asker' Ceylan'ın resimlerinde zaman zaman öne çıkan, içinde hâlâ beslemeye devam ettiği, onun aşka dair son derece romantik vizyonunu ele veriyor.
Sanatçının, Şahmeran'la asker arasında, kafasında kurgulamış olduğu tutkulu ama imkânsız ilişki, tematik olarak bana Ceylan'ın çetrefilli ilişkiler ve içsel çatışmaları işlediği 1997-2002 arası yapmış olduğu (buna 'Bahçe' çalışmasının da dahil olduğu) resim serisini çağrıştırıyor.
Yalının çatı katına vardığımızda, ter içindeki şahane kaslı gövdesi, ay ışığıyla aydınlanmış, verdiği poz, cinsel doyuma ulaşma anını çağrıştıran bir erkek figürü önümüze çıkıyor.
Bu eseri için Ceylan, "Belki kendi kendini mutlu ediyor, ya da aya tapıyor. Bir kaybolmuşluk, bir kendinden geçmişlik var", diye yorumda bulunuyor.
Onunla aynı ismi taşıyan (Çinili Oda), fakat çok farklı bir üslupla ta 26 yaşındayken üretmiş olduğu bir başka çalışmasına gönderme yapmış olduğu bu resmi, Ceylan'ın sanat serüvenini başlangıcından bugününe bağlayarak bu sergiyi sonlandıran güzel bir nokta oluyor.
Sanatçıyla tekrar yalının denize bakan cephesinde, bu kez 'İstanbul' heykelinin önünde duruyoruz. Afyon mermerinden yapılmış heykelin tasarımını Ceylan bilgisayar ortamında sıfırdan yarattıktan sonra, heykeltıraş Hakan Çınar tarafından yontulmuş.
Sanatçı iç çekerek, hayranlıkla bakıyor heykele.
"Erkal ve Hikmet gibi çok değerli kişilerle tanıştıktan sonra bana yavaş yavaş örtüsünü açan İstanbul bu işte. Çok yakışıklı ve gizemli; kendini herkese göstermiyor ama varlığını hep bir şekilde hissettiriyor."
İstanbul'u her ziyaret edişimde, trafik ve insan yoğunluğunun beni sersem edişini, hızla artmış olan betonlaşmayla bazen nefes almadığımı hissedişimi düşünüyorum. Ama her seferinde Londra'ya geri dönerken, İstanbul'dan hep zor koparak ayrıldığımı kendime hatırlatıyorum.
Havada uçuşan martılara, güneşin ışınlarıyla parıldayan denize bakarak, sanatçıya, "İstanbul bütün zorluklarına rağmen, hâlâ içinde güzellikler barındıran bir şehir", diyorum.
Son yıllarda İstanbul'a gelişlerimde tanışma şansına erişmiş olduğum, sanat alanında çok heyecan verici, yenilikçi çalışmalar gerçekleştiren, her biri kariyerlerinin farklı noktalarında olan sanatçıları düşünerek, "Burada her şeye rağmen hâlâ çok birikimli insanların bulunduğu bir paralel hayat mevcut", diye ekliyorum.
"Tabii, hep olmuş ve olmaya devam edecek ve bunun öyle sarsılmaz da bir tarafı var. O yüzden gelip geçici olan konjonktürlere çok düşmemek lazım," diye yanıtlıyor Ceylan benimle vedalaşmadan önce.
Taner Ceylan'ın 'Âheste Çek Kürekleri Mehtâb Uyanmasın' sergisi 16 Ekim'e kadar her gün 12.00-19.00 arası gezilebilir.
Adres: Mehmet Emin Ağa Yalısı, Kanlıca Mah. Barış Manço Cad. No.86 Beykoz, İstanbul
Ulaşım: Özel araç ya da taksi ile Avrupa Yakasından Fatih Sultan Mehmet Köprüsünden sonra Anadolu Hisarı'ndan Kanlıca yönüne giderken solda. İBB Deniz Taksi ile Beşiktaş, Bebek, Ortaköy'den Kanlıca İskelesine, İskeleden 10 dakika yürüme mesafesi. IETT Otobüsleri ile Üsküdar'dan 15 ve 15F otobüsleri ile Körfez durağından 1 dakika yürüme mesafesi. Şehir Hatları ve Boğaz hattı vapurları ile Kanlıca İskelesinden 10 dakika yürüme mesafesi.