Kimyager ve zoraki yazar Primo Levi 1987 yılında, Torino'da üçüncü kattan yaşadığı apartmanın boşluğuna kendini bırakıp intihar ettiğinde 68 yaşındaydı.
1919 yılında "laik ve liberal" (Vikipedi) bir Yahudi ailesinin çocuğu olarak Torino'da doğmuş, savaş sonrası Polonya'daki korkunç Auschwitz toplama kampından döndükten sonra hem yazmış, hem de kimyacı olarak çalışmıştı.
"Eğer tüm bunlar yaşandıysa bir yaratıcı olamaz" diyordu Primo Levi. Toplama kampında yaşadıkları nedeniyle, korkunçluklara şu veya bu şekilde, yakın veya uzaktan tanıklık etmiş olduğu için MECBURİ yazıcıydı, yazmak zorundaydı. MECBURCUYDU. İstese de duramıyordu. Yazmayı sorumluluk olarak görüyordu. Auschwitz'ten evine döndüğü ilk yıllarda da hep konuşmuş, sürekli konuşmuş ve sürekli anlatmıştı. Kendinden bıkana kadar. (Giorgio Agamben, "Remnants of Auschwitz", 2002)
1943'te anti-faşist bir partizan gruba katıldığında 24 yaşındaydı. Kuzey İtalya'da faşist rejime karşı direnişe geçtikten sonra arkadaşlarıyla birlikte tutuklandı ve 1944 Şubat ayında bir milyondan fazla insanın katledildiği, Nazi Almanya yönetimi tarafından Polonya'da kurulan o korkunç Auschwitz toplama kampına gönderildi.
Bir yıl kadar sonra, 1945 yılı Ocak ayının 27'sinde, savaş bittiğinde, Auschwitz kampından sağ çıkabilen, 20 İtalyan'dan biri idi. (Kızıl hastalığı olmuştu, ama hâlâ sağdı). O son dönem Auschwitz'te toplam 650 bin İtalyan Yahudisi gaz odalarında, fırınlarda öldürülmüştü.
Kamptan sağ çıkması kimyagerliği sayesinde oldu; sentetik lastik yapan bir fabrikada çalışmaya başlayarak ağır iş yapmak, belki insanları sürüler halinde gaz odalarına yönlendirmek, çıkan cesetlerden kıymetli takıları, altın dişleri söküp toplamak zorunda kalmadı. Ama öldürülen yüz binlerce insandan sağ kalan 20 İtalyan'dan biri olmak vicdanına ağır geldi.
Kendi hikâyemiz bununla karşılaştırılamaz tabii ki. Ama tam nasıl, ne menem bir şey, bunu ancak, eğer dünyadaki tüm hayatı silip götürecek iklim felaketinden Covid-19 krizine, faşist yönetimlerden savaşlara, sağ kalabilirlerse gelecek kuşaklar aktarabilecek. (Belki de hiç kimse bunları öğrenemeden, üç bininci yüz yıla kalmadan, bildiğimiz haliyle dünya yok olup gidecek.)
Akıllı, ahlaklı, bol okumuş insanlar olarak ülkede olup bitenlere dehşetle bakıyor ama beyin/kalp sözlerimizi yeterince dile getiremiyoruz. Çoğul kullanmak ayıp belki: BEN getiremiyorum. Suriye'de bir asker, Libya da bir başkası, Hakkâri Çukurca sınırında biri daha ölüyor. Nasıl öldüklerini bilmiyoruz. İstesek de araştıramayız. Albay kocası Rıdvan Özden'in ardından yıllarca niye ve nasıl öldürüldüğünü araştırmaya çabalamış Tomris Özden'in başına gelenleri ellili yaşlardaki herkes hatırlıyor.
Diyarbakır'da, Muş'ta, Van'da, Urfa, Mardin veya Elazığ'da, veya o civarda başka bir yerde, 1980'li yılların resmen biten, ama bitemeyen askeri rejimi sayesinde gündelik olarak işlenen faili meçhul cinayetlerin tam sayısını, neden/nasılını, hatta çoğunun kabrini bile öğrenemedik. (Hafıza Merkezi bunlardan sadece 550 tanesini belgeleyebilmiş.)
Ne de askeri cuntadan sonra Cumhurbaşkanı ilan edilen Kenan Evren'in "asmayalım da besleyelim mi?" sözünden hakkıyla hesap sorabildik.
Ve bu çıplak-cahil tarihimiz daha bilgiyle döşenmeden, tam da her şey bitti, 21. yüzyılda temize çıkacağız derken son yılların peş peşe gelen dayanılmaz olayları...
Şu anki durumum: Günlerdir bir yazıyı atıp, yenisine başlayıp, sonra onu da atıp başka birinden parçaları aktarıp yeni bir yazı kurgular, "kılıç artığını" mı yazsam, İzmir'de minarelerden çalınan, çok da sevdiğim (ama o kadar yukarıda, göğe yakın bir yerde ne işi var?) Çav Bella şarkısını mı diye tasalanırken peş peşe geldiler:
Kuzguncuk'taki Surp Krikor Lusavoriç Ermeni Kilisesi'nin kapısındaki haçı koparıp yere atan bir zavallı alt-orta halli, orta yaşlı, herhalde piyon erkek. Derken o kadar özenle yapılıp düzenlenmiş, en ince ayrıntıların döşenmiş Hrant Dink Vakfı'na "siz buradan gidin... yoksa..." uyarısı. Üstüne üstlük Vakıf avukatlarına ve Başkanı Rakel Dink'e ölüm tehdidi. (Gazeteci arkadaşımız, herkesin sevgilisi, herkesin arkadaşı Hrant Dink 2007'de öldürülmüş, Vakıf da zaten onun anısına yaratılmıştı.)
Hükümet tam da ciddi bir beceri ile bu yakın dönem olayların faillerini tek tek bulurken, bu sefer de, herkesin gözü önünde TBMM'de üç vekilin dokunulmazlığının kaldırılıp aynı gün akşamüstü evlerinden hapse atılmaları... Yine de bitmiyor; Cumhurbaşkanı büyük bir alicenaplıkla, pazar günü 65 üstü yaşa ve ardından herkese sokağa çıkma izni verirken, birden, cumartesi sabah haberi; milletvekillerinden Enis Berberoğlu'nun Covid-19 tehdidi nedeniyle gece vakti hapisten çıkarılıp 31 Temmuz'a kadar ev iznine gönderildiğini öğreniyoruz.
Ben soluksuz kaldım ama bitmedi: Anlaşılan Leyla Güven ile Musa Farisoğlları'nın Diyarbakır'da yerleştirildikleri cezaevlerinde bırakılmasının nedeni, tüm dünyaya bulaşma potansiyeli taşıyan Covid-19 virüsünün herhalde sıfır düzeyinde olması.
Bizim, uzaktan, benim çok çok, çok uzaktan tanıklığım.