Sevgili Stelyo Berberakis,
Yazmışsın ki Stelyo, "İstanbul kökenli bir Rum ailenin, Ankara'da doğup büyüme şansına sahip bir ferdi olarak 'Türk vatandaşı Rum' damgasını taşıyorum. 'Rum' kimliği, aslında Doğu Roma İmparatorluğu (yani, Bizans) tebasına mensup olanlara verilen 'Romalı' kimliğinin Osmanlı döneminde Türkçeye devşirilmiş halidir".
Ben de hasbelkader, Ankara doğumlu, Türk vatandaşı bir Türk'üm. Aslında, ikimiz için de en doğrusu "Türkiye vatandaşı" terimi olurdu.
1980lerden beri söyleyip dururuz "Türk" yok, "Türkiyeli" var.
Niye? Çünkü kimsenin kökenlerini 500-600 yıl öncesine götüremezsin. Kimsenin, yakın ve uzak geçmişte kimlerle karıştığını bilemezsin. Saf Türk yoktur; her bir kişi, başka kişilerle "ortaya karışık" olarak dünyaya gelir. En iyisi, insanları "ait" olduklarını sandıkları etnik köken yerine, yaşadıkları ve belki gömülecekleri toprakların ismi ile anmaktır. O da tabii her daim aynı kalmaz, ama şimdilik bununla yetinebiliriz- sanıyorum.
Kaldı ki Peter Alford Andrews'un Rudiger Benninghaus ile birlikte yıllar süren, il il, ilçe ilçe, köy köy Türkiye'yi dolaşması sonucu ortaya çıkan ansiklopedik çalışmasından, Türkiye'de 47 değişik etnik grubun var olduğunu biliyoruz (Ethnic Groups in the Republic of Turkey, Wiesbaden, 1989). Ama gel de tek bir kişiyi, tek bir etnik kökenin adıyla an; dürüstsen, eğer, mümkün değildir: İnsanlar o kadar karışmış, iç içe geçmiştir. Bunun da insanlık tarihi ve insan adına nadir hoşluklardan biri olduğunu düşünüyorum. Geri kalan, hep zorbalık ve kan, ne yazık ki.
İzlanda ve Japonya gibi coğrafi olarak oldukça izole bir iki ülke hariç dünyanın her yerinde olduğu gibi burada da çok çeşitli insan, ilk defa 1990'larda, İstanbul, Ümraniye'de işittiğim bir halk deyişi ile "72,5 millet yaşar". Ne var ki yetkililer bir adım ilerleyip bunu henüz öğrenemediler, maalesef. Uyur da büyürler, belki...
Ailenin kökenleri Osmanlı dönemine uzanıyormuş... Bizde 1880-1890 doğumlular vardı, ama ötesini, gerisini, berisini ben bilmiyorum. Benden çok daha buralısın belki. Hatta çoğu Türkiyeli'den çok daha "buralısın" demek (Türk'sün diyecektim ama bu da ayıp olurdu belki).
Üstelik Sabah gazetesi için Yunanistan'da haber yaparken, orada da "Türk muhbiri" olmuşsun. Eh Bravo! Wolgang Borchert'ın yazdığı o müthiş piyes gibi, her yerde "Kapıların Dışında."
Ne ala! Ne korkunç! Ama gel de buradaki şövenlere, bihaberlere, asla öğrenmek istemeyecek milliyetçilere bu bilgileri ver, anlat ya da açıklamaya çalış...
Mamafih, akademisyenlik yaparken şunu fark ettim: Mesela, bir yıl öğrencilere, ilk, orta ve lise bilgileriyle asla uyuşmayacak, dolayısı ile onlara ters ama son dönem tarih yazımından öğrendiğin yeni bilgi ve olaylardan gerçek bir şeyler öğretirsin.
200-250 kişilik sınıf ayaklanır. Bağıran, çağıran, ayakta dolaşan, kibarlık edip parmak kaldıranlar bile olur. İki yıl sonra veya mezun olduklarında (başıma çok sık geldiği gibi) mutlaka odana bir uğrar, e-mail yazar veya mesaj atarlar, veya Facebook'a not düşerler: "Hocam ne kadar haklıymışsınız.. O zamanlar.. vs. vs."
Benim dedelerin Çanakkale'de savaştığını sanmıyorum. Okumaya Paris'e gitmişler -kaçmışlar daha doğrusu. Babam ise seninkinden farklı olarak 7 yıl Aşkale'de falan kalmamış; bildiğim Eskişehir ve o civarlarda 3 veya 4 yıl kadar askerlik yapmış.
Babanı da çok sevdim, ne kadar dürüstçe, "bu ülkede hem gavur, hem de komünist olunmaz" diyerek imtihanını kazandığın ODTÜ'ye seni yollamamış. (Ben Mülkiye'de siyaset okumak istemiştim. Annem beni paldır küldür Robert Kolejin imtihanına soktu korkusundan.)
Neyse, ben nasıl Türkiyeli gazeteci isem, sen de benim için her zaman Türkiyeli gazetecisin, üstelik üniversite tahsilin bitince, yurt dışında saklanmamış, gelip bir de Türkiyeli asker olmuşsun. Delilik! Çılgınlık!
'Kolay mı geçti' diye sormayacağım. Benzer durumdaki arkadaşlarımın epey epey zor günler geçirdiğini bizzat biliyorum.
Bu çok önemli iki yazından sonra, (Diken, 26 ve 28 Temmuz 2020) Türkiye basını, Ayasofya hakkında verdiğin bilgileri beğenmemiş ve tepki çekeceğinden emin, senden "Yunanlı" gazeteci diye bahsetmiş.
Çifte kamburlu basın: Hem cahil, hem de şöven, hatta ırkçı.
Affına sığınarak ve izninle yazdıklarından bir kısmını buraya alıyorum. Hem öğrenmek, hem de, ayıptır söylemesi "öğretmek için". Ne de olsa içimde bir akademisyen kanı kaynıyor. (Yoksa ben de mi Yunanlıyım?)
Diken'deki 26 Temmuz 2020 tarihli yazından:
"Ayasofya, 1054 yılına kadar Hıristyanlığın en büyük ve en önemli kilisesiydi.
"1054'te Hıristiyanlığın, Katolikler ve Ortodokslar olarak bölünmesinden sonra, 1453'e kadar Ortodoksların 'Mekke'si olmuştu.
"Fetih günlerini yaşayan Nicola Barbaro'ya göre "Bizans ahalisi ve kilisesi, sırf Katoliklere (Papalığa) boyun eğmemek için ve Ortodoksluğu korumak adına, 'Osmanlı sarığını Katolik külahı'na tercih etmişlerdi.
"Bu yüzden Ortodoks Yunanistan'ın, Ayasofya'nın ibadete açılmasına yönelik tepkisi, yapıtla bağlarının tamamen dini, duygusal ve manevi olup, kendisini 'Bizans'ın devamı' olarak görmesinden değil (kendisini böyle görenler, aşırı milliyetçi ve ciddiye alınmayan marjinal gruplardır); Ayasofya'yı hala 'Ortodoksluğun simgesi' olarak gördüğü ve Vatikan dahil, Batı'nın da arzu ettiği gibi müze olarak kalmasını savunmasından kaynaklanıyor."
Öte yandan... Yine senin yazından kopyalıyorum:
"Türkiye'nin, egemenlik haklarını kullanarak Ayasofya'yı ibadete açmasına kimsenin karışma hakkı olamaz.
"...Bizans'ın başkenti Konstantiniye 1453'te Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedildiğinde Doğu Roma İmparatorluğu tebasındaki 'Romalılar' Osmanlı tebasına 'Rum milleti' olarak kayda geçirildi.
"1453'e kadar Ayasofya'nın mülkiyetine sahip Ortodoksların patrikhanesi (bugünün adıyla İstanbul Rum Patrikhanesi), Ayasofya'nın anahtarlarını ve mülkiyetini Fatih Sultan Mehmet'e teslim etmişti. Patrikhane ise Fatih Sultan Mehmet'in fermanıyla, Rum Ortodoks milletinin başı olarak görevine devam etti.
"Ancak Cumhuriyet döneminde ve 1938'te Mustafa Kemal Atatürk'ün vefatından sonra Rum kökenli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının başına gelmedik kalmadı."
Bu bilgiler tarihi bizzat yaşayanlardan. Ekleyecek sözüm yok.
Seni, Stelyo, yıllar yıllar önce Cumhuriyet gazetesinde tanımıştım. Hasan Cemal, dümdüz gidip, ortalığı yıkan dobralığı ile seni çalıştığım masanın karşısına getirmişti. Selam sabah yok, oturmak yok, tanıştırma yok, seni masama doğru itti ve sordu: "Yakışıklı mı?"
Yeni dünyadan oldukça taze dönmüş, seni hiç tanımıyor, sadece yazılarını gazetede okuyordum. Yüzüne bakmam gerekiyordu herhalde ama ben kafamı öne eğdim. Hasan'ı yüzyıllardır, yani gençliğimizden tanıyorum ama bu tür bir sorusuyla baş başa kalışım ilk. Kafam önümde, kendi kendime, "ne bileyim ben" gibi bir şeyler mırıldandım. Ve ne iş yapıyorsam ona devam ettim, edebildiysem.
Çok yakışıklıydın oysa, hem de genç yaşındaki uzun, beyaz/siyah, daha çok da beyaz saçlarınla. Onlarla veya onlarsız, fark etmez. Yakışıklıydın. Ama ben Hasan kadar patavatsız olamam; o kadar açık sözlü değilim. Kaldı ki, yazılarını okumaktan öte niyetlerim yok.
Hasan'ın sorusu cevapsız kalmaya mahkumdu. Cumhuriyet'te çalıştığım beş yıl boyunca, seni hep gördüm, gazetedeki yazılarını okudum. Ama Hasan'ın sorusu beni öyle utandırmıştıki (kim bilir belki seni de...) bir daha yüzüne bakamadım. Seninle hiç konuşmadım.
Öte yandan, tabii ki, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğunu ve 39 yıl boyunca Türkiye basınında çalıştığını biliyorum.
Ama geçen hafta Diken'deki yazılarını önce Radyo'dan dinler, sonra da kendim okurken babanın Aşkale'de 7 yıl askerlik yaptığını dehşet içinde, o, 28 Temmuz tarihli yazından öğrendim.
Demek ki 1942 yılının Kasım ayında, bugünlerde, artık dibe vurmuş görünen, hiç bir haksız, hukusuzluğa el atmayan, hatta milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılmasını bile onaylayan, sözüm ona demokrat CHP ve kürsüye çıkıp bir şeyler vaat eden, atıp tutan, ama attıklarının tek bir tanesini gerçekleştirmeyen, hayata geçirmeyen hal-i hazırdaki liderinin tarihi partisi, 'krallık' döneminde sizin aileye de bir iyilik yapıp, kim bilir ne kadar Varlık Vergisi koymuş, aile bunu ödeyemeyince de askerlik yapmak üzere o kış, babanı Aşkale'ye taş kırmaya yollamıştı. Korkunç! Ve insaf: Yedi yıl! Pes!
Şimdiye kadar gelmiş-geçmiş tek bir hükümete bile uyum sağlayamayan bizler, iktidarların o beter politikalarına, söz ve isyanımızla niye yeterince karşı çıkamadık? Üç Demokrat Partili, ve üç isyancı gencin idamını niye engelleyemedik? İktidarları dürüst, demokratik seçimler ile değiştirebilseydik, kendi iktidarımızda çoğulcu demokrasiyi hakkıyla sürdürebilir, istenmeyince de kendi ayaklarımızla iktidardan iner miydik?