Bütün işlerin birbirine benzediği ve aman seyirci iyice anlasın mantığıyla mesajın göze sokulduğu bir dönemde Ba-tiyatro yeni oyunu “Hafızasını Kaybeden Müzeden Bir Traktöre Mektuplar”ın prömiyeriyle şaşırttı.
Ferdi Çetin’in yazdığı oyunda tanıdık, bildik karakterler, mekan ve olay örgüsüne yer olmadığından seyirciye de arkasına yaslanıp izlemekten çok daha fazlası düşüyor. Öyle biraz gözyaşı veya iki kahkahayla seyirciyi yükselten ve rahatlatan durumlara ise asla rastlanmıyor. Yani alkışı kapmak üzere yazılmış bir oyun değil. Seyircinin de izleme performansı göstermesi gereken bir metin. Çünkü bir yapbozun parçalarını hem mekana hem de dile yedirmiş ve yine de aktif izleyerek ancak duygusuna girilmesine izin veren bir yapısı var.
Farklı kuşaklardan kalan objeler, sesler, fotoğraflar ve mektuplar üzerinden bir genç kadının kişisel geçmişiyle hesaplaşması, yüzleşmesi veya geçmişin genç kadına rahat vermemesi olarak değerlendirilebilir. Kim bilir belki de hiç alakası yoktur! Çünkü metin söyleyeceğini söylüyor ancak seyirciyi de algısına göre bir okumaya itiyor. Öncelikle tek kişilik oyunda bant kaydıyla araya giren sesin ne dediği net olarak anlaşılamıyor. Anlaşılamayan ses yine de bazı cümleleri belli aralıklarla tekrarlayarak ya da daha anlaşılır kılarak netleştiriyor. Böylece kakafoni içinde ayrışan sözler belirgin göndermelere vesile oluyor. Zaten en baştan oyunun ismi (Hafızasını Kaybeden Müzeden Bir Traktöre Mektuplar) sözcükler üzerinden kurmaya alışılan imge dünyasını altüst ediyor.
İsmi nedeniyle mekan ve nesneleri kişileştirme yoluyla meselesini ortaya koyacağı öngörülen oyun, sanki orada da sağ gösterip sola da vurmayarak ismi gibi sözü ve aksiyonuyla da herhangi klasik bir tekniğe yeltenmiyor. Cümleler birbirini takip etmiyor hatta eklektik bile değil, tamamen kopuk ama hepsi bir yerlerden çok tanıdık. Bir toplumun ağzında çoktan eskimiş ve illa ki ömürde birkaç kere duyulmuş, kullanılmış ve şimdilerde eski sözlüklerdeki kullanılmayan kelimeler gibi kaldırılmış… Mekan ise hem hiçbir yere benzemiyor hem de sanki her yer olmaya uygun birkaç dekoratif eşyayla iyice tanıdık geliyor gibi! Ev, sinema, müze, sokak, çatı katı vs. hepsi olabilir. Yönetmen Yusuf Demirkol’un kurduğu daracık fanus gibi sahne başka dünyaların mümkün olduğunu ispatlıyor adeta. Yani sözün devamsızlığı ve mekanın daracık yapısıyla oyuncunun işi neredeyse imkansızlaşıyor. Nerede, nasıl ve ne oynasın ki? Gel gör ki Nilay Erdönmez metne öylesine sıkı tutunuyor ve biyomekanik oyunculuğuyla öylesine hayran bırakıyor ki resmen iz bırakıyor. Seyircinin sezgilerine yönelen ve çağrışımsal bir dille dar alanda metinle ve mekanla muhteşem alanlar ve derinlikler yaratıyor. Bedenin sınırsız hakimiyeti oyun boyunca her sahneye estetik bir süreklilik kazandırıyor.
Neticede başka tiyatro gruplarına benzemeyen, anlaşılmamayı göze alan ve anlaşıldığı kadarına rıza gösteren bambaşka bir iş! Seyirci çılgınlar gibi alkışlasın diye değil oturup uzun uzun düşünsün ve tartışsın diye yapılmış bir oyun!