'Türkland' kimlik ve aidiyet sorununu deneyimleri üzerinden mizahi bir dille okuma tiyatrosu formunda anlatan özgün bir oyun. Yazarın hem yazıp hem de oynadığı 'mülteci', 'Türk-Alman', 'Alman-Türk', 'Almancı' ve/ya 'gurbetçi' gibi sürekli yeni bir tanım ihtiyacı talep eden 'kimlik' sorunsalı bir de 'kadınlık' meselesiyle sorgulanınca katmanları lezzetli bir oyun çıkıyor ortaya. Kimlik sorunu popüler bir postmodern kavram olarak bir toplumun parçasıyken parçalanmaya, aidiyet hissederken dışlanmaya, ayrışmaya ve başkalaşırken aynılaşmaya işaret edince ortaya ızdıraplı bir gökkuşağı çıkıyor. Türkland, ülkelerin kimlik dayatma politikasından hüzünlü ve komik bir lunapark yaratıyor adeta.
Yazarın ailesi Almanya'ya çalışmak üzere değil 1980 darbesi sonrası siyasi nedenlerle gitmek zorunda kalıyor. Yani ülkesindeyken de 'öteki' ilan edilen bir ailenin çocuğu olarak doğuyor ve başka bir ülkede direkt 'öteki' olarak çocukluğunu yaşıyor. Öteki olma hali cinselliği yaşama biçiminden, arkadaşlığa, müzik tercihine, aile ilişkilerine, politik kimliğine, kimliğinin arkasında kalan feminizm anlayışına hatta aşkı yaşayış biçimine kadar her hücresine siniyor. Ve yazar fark ediyor ki arada kalma ruh haliyle doğru diyebildiği ve kendinden emin olduğu pek çok konuyu en baştan sorgulaması gerekiyor. Gündelik yaşam pratikleri içinde kendini test ediyor ve sonunda kimliğiyle ilgili hükümlerinin aslında kendisine ait olmadığını da fark ediyor. Coğrafi olarak aidiyet sorunu yaşarken değerler açısından sahiplendikleriyle de çelişki yaşadığına uyanmak sarsıcı bir farkındalık yaratıyor. Olduğunu sandığı kişiyle, olagelen kişi arasındaki kendisiyle tanışmak zorlu bir tanışma gerektiriyor şüphesiz.
Kişinin kendisiyle tanışması elbette tuhaftır ancak doğduğu (Türkiye) ve büyüdüğü (Almanya) ülkelerin kültürel çatışmasında büyüyen genç bir kadının bastırdıklarını açığa çıkarması kesinlikle cesaret gerektiriyor. Yüzleşmek, kabullenmek, değiştirmeye ya da dönüştürmeye çalışmak ve 'ben'i izah ve icat etmeye çalışan bir kadın öyküsünden ders çıkarmamak, ilham almamak hatta sevmemek neredeyse imkansızlaşıyor. Örneğin içli türküler ve rap şarkılar eşliğinde çelişkiden doğan kaotik duygular bambaşka damarlara basıyor. Özellikle bastırılanı çıkarmak ve kişiden habersiz kendisini sürekli yıkan duygu ve düşünce sistemine ulaşmak konusundaki mücadelesi seyirciyi zor ancak hakikatli bir yolculuğa çağırıyor. Kişi en çok hiç konuş/a/madıklarından, ve asla dile getir/e/mediklerinden düşüyor, tökezliyor, acıyor, küçülüyor ve kendisinden uzaklaşıyor. Ah ama bir de konuşmaya başlayınca kendini doğurmanın, büyütmenin, sarıp sarmalamanın acısından ne de güzel, özgün ve örnek bir karakter büyüyor.
İki kültür arasındaki arafta bireysel muhakemesini başlatmak, kendinden ve sorumlu olmadığı çocukluğundan davacı olmak, karalamak, aklamak, affetmek, kabullenmek ve oradan bir öyküyle yeşermek oyunu ümit verici bir metne dönüştürüyor. Arafta kalmak yerine arafı büyümeye esaslı bir zamana ve mekana dönüştürmek reçetesine nasıl saygı duyulmaz ki? Dolayısıyla yazarın tek bir coğrafyaya entegre olmakla kendini azaltmak, susturmak ya da şikayet ederek mağduriyete sığınmak yerine var oluş hikâyesi çıkarması örnek teşkil ediyor ve sevindiriyor.
Dilşad Budak Sarıoğlu biyografik öyküsünü sahnede Ilgıt Uçum ile paylaşıyor. Yönetmen İrem Aydın metne hizmet etmek adına neredeyse okuma tiyatrosunu bir yapıya dönüştürmeyi ve sahnelemeye uzak bir metin taşıyıcılığını tercih ediyor. Yönetmen Almanya'ya göçün neden-sonuç ilişkilerini arka planda videolarla destekleyerek biyografik metne belgeselci bir doku kazandırıyor. Sahnede yazara eşlik eden Ilgıt Uçum ise aydınlık ve enerjik performansıyla yazar ve yönetmenin emanet metnini titizlik ve itinayla taşıyor. Kısacası aslında neredeyse her daim her yerde arafta kalan kadınlara Dilşad Budak Sarıoğlu, Ilgıt Uçum ve İrem Aydın şahane bir kimlik öyküsü anlatıyorlar.