Siyasi iktidarlardan adil, etkin ve dürüst bir yönetim sağlamaları ve temel sorunları çözerek insanların hayatını iyileştirmeleri beklenir. Oysa günümüzde Türkiye, temel kurumların sarsıldığı, güvenliğin kaybolduğu ve sorunlarının ağırlaştığı bir dönemin içindedir. Siyasi baskı, ekonomik durgunluk, eğitim sisteminin verimsizleşmesi, yolsuzluk, terör batağı, Kürt sorunu, kutuplaşma, çatışma, toplumsal çöküntü, dış politikanın iflası, can güvenliğine yönelik tehditler bu sorunların başında gelmektedir. Sorunlar birbiriyle iç içe geçmekte ve her bir sorun daha da ağır hâle gelmektedir.
Karşı karşıya bulunulan pek çok krizin temelinde bir devlet krizi yatmaktadır. “Devlet” -özellikle son otuz yılda- olumsuz yönleriyle tanımlanan ya da algılanan bir kavram ve olgu hâline gelmiştir: Kimileri için vesayetçi ve baskıcı, kimileri için laik-dinsiz, kimileri için hantal ve kırtasiyeci, kimileri için ırkçı, kimileri için partizan… Ve son olarak da “parti devleti…” Hangi yönden ele alınırsa alınsın günümüzde Türkiye, kadrolarıyla, kurumlarıyla, işleyişiyle, dünya ile ilişkileriyle çok derin bir devlet krizi yaşamaktadır. Devletin nasıl işlemesi ve dış çevresi ile ilişkilerinin nasıl oluşturulması gerektiği, Türkiye’nin başlıca sorunu hâline gelmiş durumdadır.
AKP iktidarı bu büyük krizin çözümü için ihtiyaç duyulan yeniden yapılandırmanın gereklerini yerine getirememektedir. Tam tersine, sorunu kronikleştiren politikaları ve uygulamaları art arda devreye sokmaktadır. Çünkü AKP, siyasi bakışı, felsefesi ve davranışları itibarıyla, devlet krizini hazırlayan, yaygınlaştıran ve derinleştiren başlıca amildir.
AKP, Türkiye’de kendi iktidarından önce, devletin toplumun değil imtiyazlı bir zümrenin devleti olduğunu iddia etmektedir. Bu iddiaya göre, devleti elinde tutan imtiyazlı bir zümre millete yukarıdan bakmış, millete değil kendi çıkarlarına hizmet etmiş ve devletle toplumun birbirinden kopmasına hatta karşıt güçler hâline gelmesine yol açmıştır. Bu bakış açsından yola çıkan AKP, kendi iktidarı ile beraber, toplumdan kopuk seçkinler devletine son verildiğini ve devletin artık milletin devleti hâline geldiğini iddia etmeye başlamıştır. Kendisini milletin yegâne temsilcisi, kendisine oy verenleri de “gerçek millet” addetmiştir. Milletin bu görüşte olmayan diğer yarısını ise toplumdan hatta milletten saymamıştır. “Gerçek milletin” temsilcisi olma iddiasıyla hareket eden AKP iktidarı, kendinden görmediği toplumu ve onu temsil eden siyasi kuruluşları susturma, sindirme ve bastırma hakkı olduğunu düşünmüştür. Ne var ki devletin bir “parti devlet” hâline getirilmesi, iktidarın otoriter niteliğini sorgulayan muhalif toplum kesimlerini, yalnızca AKP iktidarını değil, devletin meşruiyetini de sorgular hâle getirmektedir. Devletin karşı karşıya bulunduğu en büyük sorun, kuşkusuz, siyasi iktidarın yarattığı ve devlet krizinin temelinde yatan bu meşruiyet krizidir.
Son yıllarda, yalnızca başkanlıkla yönetilen ülkelerde değil, parlamenter rejimlerde de liderler daha fazla öne çıkmaya başlamıştır. Liderde cesaret, kararlılık, tutarlılık gibi kişilik özellikleri daha fazla aranmaktadır. Ne var ki demokrasi ile yönetilen ülkelerde, liderin gücü sağlam hukuk kuralları ve güçlü kurumlarla sınırlandırılmaktadır.
AKP iktidarında, liderin görünürlüğü ve popülerliği partisinin üzerine çıkmıştır. Siyasi gücü büyük ölçüde elinde toplayan lider, yönetimlerde tek söz sahibi kişi hâline gelmiştir. OHAL uygulaması ile birlikte istediği kanunları da çıkartmaya başlamıştır. Liderin yetkileri artarken sorumluluğu giderek azalmıştır. Lider hesap vermeyen kişi hâline gelmektedir. Cumhurbaşkanı olarak yetki aşımına gitmekte ve yasaları hatta anayasayı göz ardı etmekten çekinmemektedir.
Kişisel yönetim önce parti, daha sonra hükümet ve nihayet devlet yönetimine damgasını vurmuştur. Kişiselleşme devlet yönetiminde keyfileşmeyi, partizanlaşmayı ve kayırmacılığı da beraberinde getirmektedir. Artık Türkiye’de devletin yapılanması, işleyişi ve kadrolarına ilişkin en önemli kararlar lider ve onun yakın çevresi tarafından alınmaktadır. Kişiselleşme ve keyfileşmenin sonucunda, özel çıkarlar öne çıkarken kamusal çıkarlar geri plana itilmektedir. Kişiselleşme arttıkça hukuka bağlılık, kurumsal özerklik ve liyakat hızla yok olmaktadır. Kişiselleşme, Cumhuriyet’in oluşturduğu kurumsal yapıyı aşındırmaktadır. Türkiye’de yönetim tekrar Osmanlı yönetiminin “Sultanizm” niteliğine bürünmektedir.
AKP’nin; kamu çıkarını kollayan, tarafsız, ehil, dürüst, etkin ve modern bir devlet oluşturamamasının en önemli nedenlerinden biri kişiselleşmenin yanı sıra “patronaj sisteminin” hâkim kılınmasıdır. Patronaj, siyasi destek karşılığında birine bireysel çıkar sağlamak, onu kollamak, kayırmak anlamına gelmektedir. Destek veren kişiye “patron”, destek gören kişiye “klient” (yani kollanan, yanaşan kişi) denmektedir. “Patron”, kolladığı kişiye iş bularak, para yardımı yaparak, imtiyaz sağlayarak, onu çeşitli hizmetlerden ve kaynaklardan yararlandırarak ya da birtakım hukuki cezalardan koruyarak destek olabilmektedir. Ama “patron”, genellikle kendi kaynaklarını dağıtan birisi değil; partideki konumu sayesinde erişebildiği, devlete ya da yerel yönetimlere ait olan kaynakları dağıtan birisidir.
Kayırma, kollama elbette AKP ile başlamamıştır; ancak AKP iktidarında “patronaj”, devletin başlıca kaynak dağıtım yöntemi hâline getirilmiştir. Kaynaklar yandaş iş adamlarına olduğu kadar, partiye destek veren inanç gruplarına, vakıflara ve derneklere de aktarılmaktadır. Söz konusu kişiler ve kuruluşlar, elde ettikleri kaynakların bir bölümünü eğitimden sağlığa, gıda yardımlarından kent hizmetlerine uzanan bir alanda, ihtiyaç sahiplerine dağıtarak karşılığında partiye siyasi destek sağlamaktadır. Partili bürokratlar kadro ve terfi konularında yetenek ve liyakati göz ardı ederek, partinin öncelik verdiği kişileri işe almakta, terfi ettirmekte, önemli görevlere getirmektedir. Sonuçta devleti her taraftan kuşatan “patronaj”, kayırmacılık ve kollamacılık devleti içten içe kemirmekte ve çürütmektedir. Devlet yönetimi partizanlaşmaktadır. Türkiye dünya yolsuzluk sıralamalarında her yıl birkaç basamak aşağı yuvarlanmaktadır.
AKP bir yandan kendinden görmediği kişi ve kesimleri görevden uzaklaştırırken, diğer yandan devlet kadrolarını kendine yakın gördüğü kimselerle doldurmuştur. Devletin personel rejiminin temeli uzmanlık, ehliyet ve liyakat olmaktan çıkarılıp, “sadakat” ve “yandaşlık” hâline getirilmiştir. Önce laik, sol, cumhuriyetçi kadrolar devre dışı bırakılmıştır. Özellikle güvenlik birimlerindeki ve yargıdaki kadrolarda, AKP ile aynı amaca hizmet ettiği varsayılan ve o zamanki deyimle “cemaat”e yakın olan kimseler hâkim duruma gelmiştir. Sözde “sadakate” dayalı personel politikasının neticesi ise 15 Temmuz darbe girişimi olmuştur. Bu girişimden sonra yüz bini aşkın kamu görevlisi açığa alınmış ya da tutuklanarak yargıya sevk edilmiştir.
Yetenekli, uzmanlık sahibi ve göreve layık olmakla birlikte partili olmayan kimselerin kamu hizmetlerinden dışlanması günümüzde de devam etmektedir. Bu anlayış, devleti, çağımızın en önemli gücü olan vasıflı insan kaynaklarından mahrum bırakmaktadır. Devletin partileşmesi, toplumda var olan uzmanlık, birikim ve deneyimden devletin yararlanmasının önüne geçmektedir. Sonuçta devletin verimliliği, hizmet kalitesi ve sorun çözme kapasitesi her geçen gün biraz daha zayıflamaktadır.
AKP iktidarı, yasama ve yargıyı yürütmeye tabi hâle getirmiştir. Denge ve denetleme kurumları birbiri ardına çökertilmiştir. Yargı organları siyasallaştırılmaktadır. Özgürlükler kısıtlanmakta, sivil toplum dağıtılmakta ve medya baskı altına alınmaktadır.
AKP iktidarı anayasayı ve yasaları ihlal etmekte, yasaları işine geldiği biçimde düzenlemektedir. Hukuk devletinin altı oyulurken, hukukun geçerli olmasını sağlamaktan sorumlu olan devlet, hukuksuzluğun kaynağı hâline gelmektedir. Modern devletin vazgeçilmez dayanağı olan “hukukun üstünlüğü” ilkesi, devletin kendisi tarafından çiğnenmektedir. Yönetime, ekonomik ilişkilere ve toplumsal yaşama damgasını vuran hukuksuzluk ve kuralsızlık, yurt içinde ve yurt dışında devlete ilişkin büyük bir güven bunalımı yaratmaktadır.
Etkin bir devlet yönetimi ancak kamu görevlileri arasında karşılıklı güveni, iş birliğini ve risk alma kapasitesini artıran bir örgüt kültürü, bir kurumsal kültür oluşturarak sağlanabilir. AKP iktidarının kişisel ve partizan yönetimi tüm kamu kurumlarında örgüt kültürünü alabildiğine zayıflatmıştır. Ehliyete ve uzmanlığa bakmadan tasfiye edilen eski kadroların yerine getirilenler aynı “cemaate” mensup olmayanları dışlamış, görevden uzaklaştırmıştır. Böylece devlet kurumlarında “inanç grubu kültürü” yerleşmiştir.
15 Temmuz darbe girişiminin ardından yapılan büyük tasfiye sürecinde kuruyla beraber binlerce yaş da yanmıştır. Kamu görevlileri birbirinden kuşku duymaya, birbirini ihbar etmeye başlamıştır. Bürokraside dedikodu, entrika, endişe ve korku ortamı egemen olmuştur. Çalışanlar arasında karşılıklı güven ve birlikte çalışma atmosferi tamamen ortadan kalkmıştır. Sürekli kaynayan cadı kazanı bürokraside motivasyon, iletişim ve iş birliği sağlayabilecek bir örgüt kültürünü tahrip etmiştir. Artık bürokraside verimlilik, hizmet kalitesi ve etkinlik en alt seviyelere inmiş durumdadır.
Bürokrasinin başarısı yalnızca rutin hizmetleri verip verememesine bağlı değildir. Bürokrasi, günlük işlerin yanı sıra karmaşık sorunları çözecek teknik ve idari kapasiteye sahip olmalıdır. Bürokrasinin farklı kademelerinde görev yapan uzmanlar kendi sorumluluk düzeyleri ile orantılı inisiyatif alabilmelidir. Kişisel ya da kolektif girişimleriyle çözüm seçenekleri hazırlayıp siyasi otoriteye sunabilmelidir. Türkiye’de iktidarın kişiselleşmesi ve keyfileşmesi, devlet yönetiminin aşırı merkezileşmesine yol açmıştır.
Kişiselleşme ve merkezileşmenin en önemli sonucu kamu görevlilerinin özgüven kaybıdır. Kamu görevlileri, rutin işlerini yürütürken dahi merkezin vereceği olası tepkileri hesaplamak zorunda kalmaktadır. Merkeziyetçi sistem, bürokrasiyi sadakat gösterisine, göze girme ve başkalarını gözden düşürme yarışına sürüklemiştir. Bürokraside çalışma arzusu zayıflarken, sorumluluk almaktan kaçınma eğilimi öne çıkmaktadır. Her konunun yukarıdan belirlenmesi ve merkezi denetimin yarattığı korku atmosferi inisiyatifi, girişimi ve yaratıcılığı boğmaktadır. Sürekli yukarıyı kollama, yanlış yapma veya cezalandırılma korkusu kamu görevlilerinin risk taşıyan işlerden geri durmalarına neden olmaktadır. Yapılacak işleri ertelemelerine ve sorumluluğu başkalarına yıkacak yöntemler aramalarına yol açmaktadır. Bir yandan kararlar yukarıdan ve keyfi biçimde alınırken, bürokrasi iş yapmayı olanaksızlaştıran yönetmeliklere, yönergelere, kurallara boğulmaktadır. Sonuçta merkezileşme devletin iş yapma ve önemli sorunlara çözüm üretme kapasitesini sürekli düşürmektedir.
Demokrasi ile yönetilen ülkelerde yönetimin kalitesi büyük ölçüde bürokrasinin kalitesi ile ölçülmektedir. Bürokrasinin kalitesi ise kadrolarda yetenek ve uzmanlığa, yani liyakate göre değerlendirilmektedir. Yalnızca dürüst, tarafsız, gayrişahsi biçimde ve kamu yararını gözeterek çalışan bir bürokrasi, devletten beklenen hizmetlerin zamanında ve düşük maliyetle yerine getirilmesini sağlayabilmektedir. Oysa siyasi iktidarın yarattığı kişiselleşme, merkezileşme, partizanlık, liyakatin kaybolması ve örgüt kültürünün tahribatı yüzünden devletin çalışma ve hizmet kalitesi sürekli düşmekte ve hizmetlerin maliyeti yükselmektedir. Devletin iş yapma kapasitesi sürekli gerilemektedir.
Etkin devlet, ilkeleri ve değerleri ile siyasi ve toplumsal bütünleşmeyi ve rejimin meşrulaşmasını sağlayan unsurların başında gelmektedir. Devlet yönetimi yeterince etkin değilse siyasi istikrar, kalkınma ve refah artışı da sağlanamaz. Hukuk devleti ve demokrasiyi yaşatmak mümkün olmaz. Günümüzde Türkiye’de ağır bir devlet krizi yaşanmaktadır. Siyasi iktidar, çağdaş ve etkin devletin ne olduğunu ve neler yapması gerektiğini anlamaktan uzak bir anlayış ve arayış içinde bocalamaktadır. Devleti, yandaş patronlara, ortaklara, taraftarlara birtakım imkânlar sağlayan ve demokratik muhaliflerini bastırmaya yarayan bir araç gibi görmektedir. Devlet, hızla, kamunun değil bir partinin çıkarlarını koruyan bir aygıta dönüştürülmektedir. Bu ise devleti toplumdaki bölünmeleri ve ayrışmaları yumuşatan değil kızıştıran ve körükleyen taraf haline getirmektedir. Toplumun önemli bir bölümünün gözünde siyasi iktidarla özdeşleşen “parti devleti” meşruiyetini yitirmektedir. İktidar kişiselleşmekte, yönetim otoriterleşmekte ve rejim bunalıma sürüklenmektedir. Yaşanan derin siyasal, toplumsal ve ekonomik çöküntünün temelinde siyasi iktidarın bizzat kendisinin yarattığı bu büyük devlet krizi yatmaktadır.