Gündüz Vassaf'ın depremin ardından yazdığı son yazısına takılı kaldım günlerce.
Cumhuriyetin en büyük yıkımlarından biri yaşanırken tüm bu sorumsuzluk ve vurdumduymazlık karşısında bu şekilde nasıl devam edeceğiz diye dövündüğüm anlarda, hocanın T24'te çıkan "Nereye kadar?" başlıklı yazısı, olanca yalınlığı ve gerçekliği ile içimdeki acı ve öfkeyi umutla ikame etti.
Evet, umut!
Hatay'ın ayakta kalan duvarlarına çizilen gibi;
Umudunu yitirme, geri dönecez Hatay...
"Alman filozofu Adorno, 'Auschwitz'ten sonra şiir yazmak barbarlıktır,' demişti." diye yazmış Gündüz hoca yazısında, halt etmiş diye de ekleyerek...
Adorno'nun bu bir tek cümlesiyle bile çok sarsıldığımı söylemeliyim.
Sonra, cehennemin adı gibi anılan Auschwitz Nazi kampını okudum biraz ve bu söyleme inat edercesine; tam da insanlık eliyle yapılan en büyük kötülüğün içinden çıkıp gelmiş o müthiş şiirle karşılaştım.
Yahudi olduğu için değil Fransız direnişçisi olduğu için bu Nazi kampına atılan 230 kadından biri olan Charlotte Delbo, bu günlere ilham olacak bir ifadeyle, her şeye rağmen nasıl devam edebileceğimizi etkileyici bir şekilde anlatıyordu şiirinde:
"Holokost edebiyatının klasiği Auschwitz'in Külleri, 20. yüzyılın ve belki de tüm insanlık tarihinin en karanlık, yaşamayanların hayal etmekte bile zorlanacakları sayfasını, Nazi toplama kamplarını hem içeriden bir bakışla hem de yaşanmış acıyı da aşan, ölümü ve sevgiyi şiirselleştiren bir dille anlatıyor. Belki de Delbo'nun, 'yaşamaya hak kazanmak için en azından dans etmeyi öğrenmemiz gerektiğini' söylediği dizelerine kulak vermenin tam zamanıdır.
Yalvarırım Bir şeyler yapınBir dans öğrenin
Bir adımVarlığınızı hak ettirecek Derinizi ve tüylerinizi giyme hakkı verecekYürümeyi ve gülmeyi öğrenin
Çünkü çok aptalca olur yoksa Sonunda Bu kadar insan ölmüşken Siz yaşıyorsanız eğerHayatta hiçbir şey öğrenmeden..." *
Fransız kadın direnişçi Charlotte Delbo yaşadıklarının tanığı olarak susmuyor ve direniyor Nazi faşizmine... Bedelinin ne olacağını, başına ne geleceğini bile bile göz yummuyor kötülüğe.
Ve bize de direnebilmek için, hayata tutunabilmek için o günlerden bu günlere en güzel şeyi bırakıyor; umut...
O umutla yazıyorum...
Bizi iyi eden şeylere sarılmaya çalışmalı diyorum kendi kendime. Başka bir şekilde yaralarımızı sarabileceğimizi düşünemiyorum.
İyi olmadan nasıl iyi edebiliriz ki...
Geçen hafta, gönüllüler kadere inanmadıkları için her yerdeler diye yazarken bunu ifade etmeye çalışıyordum bir yandan.
Cehalet, yobazlık ve edepsizliğe karşı büyük bir direniş var bu koca ülkede. O direnişin başını gönüllüler çekiyor ve içinde ne mutlu ki öğrenciler, öğretmenler, doktorlar, avukatlar, gazeteciler, madenciler, köylüler, çiftçiler, işçiler, aydınlar, sanatçılar var...
Kafamın içindeki yıkıntılar arasında dolaşırken, çalan telefonumu açtım. Arayan 'Dokunma', 'Gülümse' gibi önemli sosyal sorumluluk projelerine imza atan müzisyen ve ses sanatçısı Pınar Seli'ydi.
Depremden önce hazırlıklarını yaptığı birkaç projeyi konuşmuştuk ve bir de program planlamıştık birlikte.
Ama bana bundan değil depremin acılarından söz ediyordu telefonda, iyi değildi sesi. Daha çok, iyi hissetmek, hissettirebilmek için konuşmak istediğini anlayabiliyordum.
Ve bu duyguyu, başkalarıyla da paylaşmak için bildiği en iyi işi yapmaya ara vermek istemiyordu.
Pınar konuşmaya devam ettikçe aklım, Charlotto Delbo'nun şiirindeki her bir dizeye gitti geldi sürekli...
Hakkı vardı... Şarkı söylemeliydi, müzik yapmalıydı Pınar ve müzik susmamalıydı, devam etmeliydi.
Bir müzisyen başka nasıl yas tutabilirdi ki...
Ya biz!
Başka türlü yasımızı nasıl tutacak, acılarımızı nasıl dindireceğiz.
Şarkı söyleyemeden, şiir okuyamadan, çağa tanıklığımızı resmedemeden, müzik dinleyemeden öfkemizi içimize atmayı nasıl başaracağız ve nasıl devam edebileceğiz sonrasında?
Sevgili Zeynep Oral: "İnsanların en çok şu sırada birbirine ihtiyacı var. Yüz yüze konuşmaya, bir araya gelmeye, birbirine dokunmaya, sarılmaya..." diye yazdı bu hafta.
O da Pınar Seli gibi düşünüyor olmalı, o da müziğin yaraları saracağına inanıyor olmalı ki bu düşüncesini, iktidarın üniversite eğitimine verdiği arayı eleştirirken: "Müzik sustu. Tiyatrolar sustu. Olmaz! " diye sitem ederek, bu sürece, kültür ve sanatın da kurban edilmesinin yanlış olacağını net bir biçimde ortaya koyarak ifade ediyor.
Önce iyi olacağız sonra da iyi edeceğiz bu canım ülkeyi diye anlıyorum ben bunu.
Biz kim miyiz?
Soru da yanıt da Gündüz Vassaf hocanın yazısından:
"Dalga dalga ülkeye yayılan sesi duyuyoruz. Ankara'nın acz ve ataleti karşısında vatandaşlık bilinciyle yeni yoldaşlıklar kuran herkes."
Eyvallah.
*Bu kısım Auschwitz'in Külleri kitabı için yapılan tanıtımdan alınmıştır.
Serdar Gündoğ kimdir? Serdar Gündoğ, Kayseri'nin Pınarbaşı ilçesinde doğdu. İlk ve Orta Okulu Ankara'da, Liseyi ise Aydın'da tamamladı. Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, İktisat Bölümünü İzmir'de bitirdi. Türkiye'nin ilk haber portallarından bodrumhaber.com ve aynı adla yayımlanan günlük gazetenin genel yayın yönetmenliğinin ardından çeşitli yerel haber portallarında ve Posta ve Milliyet gazetelerinin eklerinde haftalık yazılar yazdı. 2009 yılından itibaren yerel ve genel seçimlerde kampanya yöneticiliği ve danışmanlıklar yaptı. Çevre ve insan temalı farkındalık projeleri için fikir ve senaryolarına katkı sağladığı kısa filmler ve belgesellerin yapımcılığı yanında kültür ve sanat etkinlikleri de düzenleyen Serdar Gündoğ'un marka ve siyasi danışmanlıkları devam ediyor. |