"Cehennemden cenneti, acılar içinden mavi gökyüzünü anlatabileceğini mi düşünüyorsun? Burada olmanı ne çok isterdim..."
Hatay'da dünyanın ilk ışıklandırılmış sokağında antikacılık yapıyor Serkan Şahin.
Duyduğu tüm çığlıklara yetişmeye çalışmış, kiminin kefen parasını kiminin canını kurtardık diyor.
Yıkılmış bir kentin ortasında, o kenti, müzikle ayağa kaldırmaya çalışan bir direnişçi o.
Böyle işte, kiminin aklı bir kenti yıkar, kimi de bir kenti aklıyla, yüreğiyle, müziğiyle ayağa kaldırır.
"Ölün mü gelsin dirin mi Serkan?" diye sormuş kendine. Biz gitsek de sonra ölümüz gelir buraya, doğduğumuz yerde toprakla buluşur bedenimiz diye düşünüyor.
Ama sonra kalmaya karar vermiş.
Açmış dükkanı ve müziği de.
Pink Floyd'un 'wish you were here' şarkısıyla ne de güzel anlatıyor, acılar içindeki mavi gökyüzünü.
Cehennemden cennete uyanıyor bir kent sanki...
Amma tüm dünyaya, gidenlerin çığlıklarını müzikle daha çok, daha çok ve daha çok duyurarak...
Çığlığı bu coğrafyanın hiç dinmedi.
Bir öncenin çığlıkları bir sonrakiyle yüreğimizi dağlamaya devam ede ede...
Hasan Hüseyin'in unutulmaz şiiri 'acıyı bal eyledik' bu canım ülkenin, bu canım toprakların şiiridir.
Enkazın başında, küçük kızının elini tutmuş bırakmayan, bırakamayan baba; nasıl bal eylesin acıyı, ona tutunmuş ve de avuçlarının arasına almışken ve kurtaramamışken?
Tırnaklarımla kazıdım diyor, çıkaramadım.
Bu sözler, 24 yıl arayla yaşanan iki büyük felaketin keskin ayrımını da ortaya koyuyor.
99 depreminde enkaz altındakilere sesleniyorduk: "Sesimi duyan var mı" diye.
Maraş depreminde ise bu sefer günlerce ama günlerce, kaldıkları göçükten binlerce insan, mavi gökyüzüne seslendi: "Sesimi duyan var mı?"
Çeyrek asır içinde gerçekleşen bu ikilemi kim, nasıl açıklar?
İki büyük felaket arasında, yer altındaki kırılmalar kadar derin, köklü anlayış ve siyasi kırıkların yarattığı kutuplaşmayı bakalım tersine; uzlaşmaya, kucaklaşmaya çevirebilecek bir döngü mümkün olabilecek mi?
İki deprem arasında Türkiye'de çok şey değişti. Bir yıkımdan diğer yıkıma çok şey oldu bu ülkede.
Bunu ifade edebilmek için birkaç şeye göz attığım sırada Hazal Sipahi karşıma çıktı.
Ne yalan söyleyeyim, Hazal Sipahi'yi tanımıyordum, ta ki Serdar Turgut'la bir iki gün önce yaptığı, 'Yayınlanması Kaydıyla' podcast serisinin yeni bölümünü dinleyene kadar.
"Beyaz Türklerin toplumdaki etkinliği azalınca çok iyi bir Türkiye mi oldu?"
Bu soruyu -aslında tespiti- son 20 yılın değil tüm karşı devrim sürecinin bir sorusu olarak kabul buyurunuz.
Niye mi?
Serdar Turgut'un tam olarak söylediği anlamda olmasa bile, bir aralar, yakın geçmişte de diyebiliriz buna; 'Beyaz Türk' ifadesi için tartışmalarda bile isteye Laik Türkler ilişkisi kurulmuş, Atatürk Türkiye'si aşağılanır olmuştu.
Oysa yaşadığımız her olağanüstü durum; o Türkiye'nin ne kadar büyük bir zenginlik olduğunu göstermiyor mu?
Bu podcastte işittiğim bir şeyi de yazımın konusu yapmak istiyorum.
Geçen yıl geçirdiği bir kalp krizi nedeniyle vefat eden gazeteci yazar Ahmet Tulgar'ın geçmişte bir yazısına yer vermek istemeyen genel yayın yönetmeni olan Serdar Turgut'la aralarında şu diyalog geçer:
- Sen gazeteciliği Türkiye'yi kurtarmak, gerçekleri halka anlatmak mı sanıyorsun?
- Peki, sen ne sanıyorsun?
- Gazetecilik, evinin kirasını ödemektir.
Hayretler içinde dinlemedim değil...
Hazal, bu diyaloğu hatırlatınca Serdar Turgut, "benim o dönemde yaptığım işim, evet, evimin kirasını ödemek için yaptığım bir işti gazetecilik" diye yanıtlıyor.
Hazal Sipahi, ikilemde kalmış olabilecek gazeteciler için ya da çalıştığı kurumlarda yanlışlar ve doğrular arasında seçeneksizmiş gibi kalanlara bir açılım yapar gibi bir daha üsteliyor:
- Hem halka gerçekleri anlatabilmek hem de kirayı ödeyebilmenin mücadelesi verilebilir mi gazetecilikte?
- Benim gücüm yok onu yapmaya.
Serdar Turgut hep tartışıldı, ama Hazal Sipahi'ye karşı cevapları netti. Haklıydı haksızdı, doğruydu yanlıştı demiyorum... Ama netti, içtenlikten başka yere kaçacak hâli kalmamış gibiydi.
Dinlediğim programdaki bu diyaloğu, gazetecilik dahil her anlamda bu zor günlerde özellikle vermek istedim.
Ekran başında ve sosyal medya paylaşımlarında bu afet günlerinde sıkışıp kalan epeyce gazeteci gördük çünkü.
Bana bu durum, biraz; vicdanla cüzdan arasındaki ilişki gibi geliyor.
Merakı olanlara programı dinlemelerini tavsiye ediyorum. Ben keyifle dinledim.
Derken, yazımın sonunda Bodrum Belediye Başkanı Ahmet Aras'ın geçen haftaki yazıma önce resmi, sonra fake (sahte) hesabından yazımdan alıntı yaparak verdiği yanıtla ilgili bir şeyler yazarak son verecektim ki, Meral Akşener'in ülke tarihine geçecek çıkışı rast geldi iyi mi?
Değil elbet, iyi değil...
Hep söylerim:
"Kötü sanmayın kiKendi bedeninde yaşarBir zayıf arar kendine..."
Karşı devrim yine yüzünü gösterdi.
Ama pes edecek halimiz yok.
Yıkılan bir şehri aya kaldıran müziğin peşinden gideceğiz.
Pink Floyd'un o efsane şarkısında söylediği gibi; daha bize kahramanlarla hayaletleri takas ettiremediler...
Eyvallah.
Serdar Gündoğ kimdir? Serdar Gündoğ, Kayseri'nin Pınarbaşı ilçesinde doğdu. İlk ve Orta Okulu Ankara'da, Liseyi ise Aydın'da tamamladı. Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, İktisat Bölümünü İzmir'de bitirdi. Türkiye'nin ilk haber portallarından bodrumhaber.com ve aynı adla yayımlanan günlük gazetenin genel yayın yönetmenliğinin ardından çeşitli yerel haber portallarında ve Posta ve Milliyet gazetelerinin eklerinde haftalık yazılar yazdı. 2009 yılından itibaren yerel ve genel seçimlerde kampanya yöneticiliği ve danışmanlıklar yaptı. Çevre ve insan temalı farkındalık projeleri için fikir ve senaryolarına katkı sağladığı kısa filmler ve belgesellerin yapımcılığı yanında kültür ve sanat etkinlikleri de düzenleyen Serdar Gündoğ'un marka ve siyasi danışmanlıkları devam ediyor. |